ELEŞTİRİ KARŞISINDA YAZARIN “ACİZ” HÂLİ ÜZERİNE
Edebiyat eleştirisinin görünürde pek çok ama temelde bir tek hedefi vardır: Yapıtın anlamsal, teknik ve kurgusal düzeyinin irdelenmesi. Bu, en basit söylemle, yapıtın edebî boyutunu otopsiye yatırmakla eşanlamlıdır. Tabiî buradaki otopsi, bir ölünün ardından gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olacak şekilde onu kıtır kıtır kesmek değil, yazılıp bittiği için -tabiri caizse- ölü halde duran, yani yazarı bir delilik edip de ortaya konulan eleştirinin ardından yeniden kaleme almayacaksa, artık yazılma süreci tamamlanmış bir varlığa işaret eder.
İşte tam da bu noktada karşılıklı egolar harekete geçer. Yazar, kendine göre haklı ve makul gerekçelerle, yapıtının –deyim yerindeyse- kılına halel getirmek istemez.
Ama eleştirmen de en az yazar kadar egosuna düşkündür: Otopsiye devam!
Yazar, bu süreçte, kendi yavrusunun ameliyatını izleyen bir ebeveyn gibidir. Eleştirmen hassas bir noktaya dokunup da yapıtın canını acıttı mı, ego en üst düzeye fırlayıp müdahale hakkını bulur kendinde. Bir bakarsınız, yazar da eleştirmen karşısında eleştirmenleşmiş!
Oysa o esnada zavallı yapıtın ruhu bile duymaz. Zaten yazarın cenderesinden yeni çıktığı yetmiyormuş gibi, bu kez eleştirmenin elinde oyuncak olur. Aman Allahım, o ne benzetme, o ne metafor, o ne imgesellik! Sanki yapıtın bir ikizi de bu kez eleştirmenin elinden çıkıyordur. Yapıt, eleştirmenin otopsi masasında dokuz doğurmanın bütün inceliklerini tadar.
Bu süreçte, okur da ameliyathanenin hemen dışında sigara üstüne sigara içen baba konumundadır. Bekler ki, ortaya eli-yüzü düzgün bir şey çıksın. Ama o şey, aslında okurun da egosunu hafiften yoklayan bir şamardır. Tokata alışık olan okur, sineye çeker, oturur. Beklenmedik darbe alansa daha şaşkınlığı geçmeden kendini karmaşaların ortasında bulur.
Otopsi, eleştirmenin egosu ile yazarın egosu arasında bir sarkaç gibi gidip gelir. Okur o fotoğrafta neyi flu görürse, onu eler –aklınca. Halbuki eleştirmen kendi egosunun görebildiği kadar net, yazar da kendi egosunun izin verdiği ölçüde karmaşıktır. Okurun gördüğü fotoğrafsa, zaten görmeyi ümit ettiği karedir. Ötesi, ürkütür.
Bu noktada, egolar savaşının asıl galibi, tabiî ki okurdur. Eleştirmen, birikimi, deneyimi, görgüsü ve okuma kabiliyeti ile giriştiği otopsiyi birkaç sayfalık bir raporla özetler. Yazar zaten yapacağını yapmıştır. Okur, eğer bu süreci –yani yazarın yapıtını okumayı ve eleştirmenin otopsi raporunu- iyi takip ettiyse, mesele yoktur. Egosu ne kadar güçlü, zekâ düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun, okurun eleştirmendeki ok fırlatma yeteneğine bir anlam vermesi beklenemez. En iyi okurun gözünde bile eleştirmen, tarihe malolma ihtimali yüksek bir edebî yapıtı tarihsel kılmamak için çaba gösteren huysuz bir kişidir. Elinde sineklikle yaz-kış dolaşan bir meczup!
Eleştirmen ile yazar: Kedi-fare oyunu
Yazar açısındansa ortada ikilemli bir tablo mevcuttur. Bir yandan egonun üstün baskısı sonucu eleştirmene gizliden gizliye duyulan öfke, ama öte yandan da “reklâmın kötüsü olmaz” şiarının bilinçaltında durmadan çaldığı tamtamlar. Aslında keşke, eleştirmen, yapıta getirdiği bütün çözümlemeler, eksik bulduğu noktalar, kurgusal düzeyde yakaladığı naifliklerin yanında, sözü “ama tüm bunlara karşın yine de…” diye bitirebilse. Ama yapmaz. Okları hangi hızla savurmaya başladıysa o hızla devam eder hergele.
Tamam, eleştirmen de yazdıklarıyla bir bakıma egosunu tatmin eder. Ama hangi egoyu? Eğer kişilikli ve önyargısız bir eleştirmense, birikimi, görenekleri, zekası ve öngörüleriyle oluşturduğu o eşsiz hazine, hiçbir kişisel çıkara yaslanmayacak ölçüde vakur bir anlam taşır. Bu açıdan, eleştirmenin yazarla kedinin fareyle oynaması gibi dalaşması, olsa olsa edebî hayata güzel bir boyut katar.
İyi de, yazarın söz hakkı yok mudur? Pek yoktur. Çünkü yazar zaten söyleyeceğini daha baştan, yapıtıyla ortaya koymuştur. Gerisi, arenadaki aslanların çarpışmasından ibarettir ki, yazar bu sürecin sadece dışarıdan -biraz da ürkerek bakan- seyircisidir.
Aslında bu durum -ya da konum- en çok yazarın işine gelir. Öyle ya, yazdıkları okunmuş, irdelenmiş ve üzerine sözler söylenmiştir. Daha ne olsun! Hem eleştirmenin bir tek sözüyle hayatı kararmış kaç yazar vardır ki?
Hal bu olunca, bütün ömrü lunaparkın dışında salıncak seyretmekle geçen sıradan okur da, kendisine sunulan tanıtım yazılarıyla avunacak, çok çok okuduklarını beğenmediğini söyleyecektir.
Yazarın ego tatminine gelince... Eleştirmen bu konuda ne kadar dürüst ve vakursa, yazar da o derece fetbazdır. Kitabını veya yazısını yayımlar, reklâmını yaptırır, imza günü kovalar, şiir matinelerine gider, festivalden festivale koşar, yapar da yapar.
Dilediği yerde, dilediği kişiyi mahkûm etme şansına sahiptir. Çevresi geniş olduğu için hayranı da boldur.
Ama eleştirmen, elindeki tüm donanıma rağmen bu şanstan yoksundur. Eleştirir, sonra da köşesine çekilir. Kimsenin aklına bir eleştirmenden görüş almak gelmez. İyi ki de gelmez. Aksi halde, yapıtın özünden çok, egolar savaşına tanık oluruz.
“Tarihe kalmak” saplantısı
Olayın bir de tarihsellik boyutu var ki, evlere şenlik!
Yazar, ne kadar mütevazı olursa olsun, ki bu ender rastlanan bir durumdur, mutlaka bilinçaltında tarihe kalmak saplantısını barındırır. Kısacası, yanlış yapacak, kötü yazacak, eleştiri kabul etmeyecek, ama tarihe kalacak! Ancak hırslı politikacılarda rastlanabilen bu saplantı, ne acı ki yazarlığın bir tür raconu gibidir. Sahi, insan tarihe kalmayacaksa neden yazar ki? Oyun olsun diye mi?
Ama eleştirmen gerçekten oyun olsun diye yazar. Eleştirmenin tarihe kalmak gibi bir saplantısı yoktur. Tersine, eleştirmenler olsa olsa lanetlenmiş bir yaratık olarak edebiyat cehennemindeki yerini alacaktır.
Tüm bu vargılarımı dile getirirken, doğrusu kişisel olarak terazinin hangi tarafında hareket ettiğimi de pek kestirebilmiş değilim. Tercih durumunda kalsaydım, şairlik mi ağır basardı, eleştirmenlik mi? Bu sırra ilişkin ipucu vermeden önce, her ikisinin de üstün yanlarını sıralayıp işin içinden sıyrılmak belki de en doğrusu:
Şairliğin veya yazarlığın ‘yaratı’ anlamında olağanüstü bir güçlülük duygusu kazandırdığı bir gerçek. Yazdıklarınız binlerce -belki de milyonlarca- kişiyle buluşuyor, ortak paydalar içeriyor. Yalan da olsa, yanlış da olsa, hayalî bir dünyayı paylaşmanın vazgeçilmez hazzı söz konusu.
Hem, yaratı konusunda asıl söz sahibi olmanın, dünyaya yeni sözler kazandırmanın, tarihsel anlamda sanıldığından da fazla bir getirisi vardır. Sonuçta, edebiyat dünyası yazarlarıyla vardır, hariçten gazel okuyan eleştirmenleriyle değil!
Siz hiç herhangi bir şiirseverin panosunda, masasında ya da varsa anı defterinde herhangi bir eleştirmene ait yazıya rastladınız mı? Ama bu doğal bir tercihtir, fazla da ayıplamamak lazım. Üstelik eleştirmenin de bu süreçte -Allahı var- hiç kusuru yoktur. Sanatçı kadar artistik kişilik ve konum taşımıyorsa, eleştirmen ne yapsın?
Eleştirmen: Her zaman üstün
Eleştirmenin üstün yanlarına gelince... Bir kez eleştirmen, ketum duruşu, çok bilmiş tavrı ve müdahaleci yönüyle tam bir barondur. Yazdıklarına mukabil sıkı bir karşı-eleştiri yöneltilmediği sürece, ki yazarlarımız ve şairlerimiz yazılıpolemikten ziyade çene polemiğini tercih ederler, kolay kolay kimse eleştirmenin kalemiyle başedemez.
Gerçi eleştirmen “küçük dağları ben yarattım” demez -o konudaki söz hakkı her zaman yazarındır!- ama küçük dağlara damgasını vuracak kadar yaban adamıdır.
Eleştirmen, deyim yerindeyse, fotoğrafını imzalayan artist değil, o fotoğrafta flu bir yan arayan detektiftir. -Detektif de aynen böyle yazılır, ama mesela pek çok yazar ve şair bunu bilmez.
Eleştirmenin inşa etmeye çalıştığı gerçeklik, bir yapıtın ve yazarının bütünsel olarak yaratı dünyasına ne eklemlediği noktasında odaklanır. Bu açıdan, eleştirmenin yazdığı her kelime, en az yazarınki kadar değerli ve önemlidir.
Öyle ki, eleştirmenin sorgulayıcı ve ketum tavrı karşısında, hangi yazar olsa irkilir. Belki de yazarı ve şairi biraz daha disipline eden yan budur. Tıpkı bir hakem-futbolcu ilişkisi gibi: Kulaklarını dört açmış düdüğü bekleyen şair/yazar ve kural dışına çıkıldığında duruma müdahale ederek kart gösteren eleştirmen!
Elbette sanatın kural tanımayan özelliği söz konusu olduğu için bu tanımlama bire bir örtüşmeyebilir; ama buradaki ‘kural dışına çıkma’ olgusu, bizatihi yazarın kendi özgül dünyasındaki tutarlılığın sorgulanmasını içerir. Kısaca, yazar/şair, öncelikle kendi kurallarına uymayı becerecek, bunun dışına çıktığı anda uğrayacağı erozyonun hesabını da -edebiyat dünyası namına- eleştirmene verecektir.
Bütün bu süreçte, okur, yani edebiyat yapıtının asıl muhatabı, kesinlikle bir kukla değildir. Bazen aldırmaz hali nedeniyle öyle görünebilir, ama unutulmamalı ki her okur gerçekten de velinimettir. Zaten yazarın bütün çabası ve eleştirmenin tüm gayreti de okuru avlamaktır. Aman yanlış anlaşılmasın: Okur asla bir av değildir; sadece tavlamak sözünü kullanmak istemediğim için av sözü dilime takılıp kaldı!
Sonuçta, yazar-eleştirmen-okur üçgeninde süregelen okuma edimi, gerçek anlamda bir oyun özelliği taşır. Roller arada bir değişse de -çünkü eleştirmen aynı zamanda bir okur, okur bazen bir şair, şair de kimi kez eleştirmendir-, edebiyatın makus talihi budur. Aslında bunun talih mi, yoksa talihsizlik mi olduğu, tanrının bile çözmekte zorlanacağı bir muammadır. Belki edebiyatın bunca karmaşık ama aynı zamanda zengin olmasının formülü de budur. Yalan mı?
Bursa Edebiyat Günleri, Mart 2004