“BİR YALNIZ DOĞULU”: CEMİL MERİÇ
Türk düşün tarihinin “gelişmeye yönelen” ivmesinde, belirli aralıklarla yoğun çelişki ortamlarını yaşamasına karşın, kendi içinde ve ötesinde “tutarlı”, saygın bir düşünce adamı olan; “atfedildiği” dünya görüşünün istisnaî kimliğine sahip Cemil Meriç’in bütün yönleriyle irdelenmesi ve düşünce dünyasına olan katkısının saptanabilmesi, her şeye karşın güç ve fakat “zorunlu” bir “ödev” niteliği taşıyor.
Cemil Meriç’te, öznel bir başlangıç alanı olmakla birlikte, yoğun işgal yıllarının düşüncesine kazandırdığı “Batı’ya tepki” sorunsalı, Şarklı bir kişiliğin sorumluluk derecesiyle eşgüdüm hâlinde eyleme girişerek, düşünsel kategorisinin de temel basamaklarını oluşturmuştur.
Kendi deyimiyle, “ömrünü düşünceye adayan, Eflatun’dan Marks’a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selamlayan, bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimse” olan Meriç’in “atfedildiği” dünya görüşü içindeki “özel” konumu, düşünce adamı niteliği ve çelişkileri, bunalımları, ancak “objektif” bir bakış açısının eleştiri sınırları içinde gerçeklik taşıyacağından, sol’un dana ziyade “tanımak istemediği”, sağ’ın ise niçin kabullendiğini pek bilmediği düşünürün sözkonusu yönlerini açıklamaya, hatta bu özellikleri “aydın” kavramıyla karşılaştırarak, Cemil meriç’in düşünce tarihi içindeki rolünü saptamaya ağırlık vereceğiz.
“Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir akşam
Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık çığlığadırlar,
Kâh sesleri işitilmez.
Çiçeğe benzer kelimeler: turuncu, erguvan,beyaz.
Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz…”
Cemil Meriç, 1936-38 yıllarını “sosyalistlik” devri olarak niteler. Böylesi bir düşünürün çağı etkileyen önemli bir düşünce akımına karşı kayıtsız kalamayacağı, ne ki bunun kendiliğinden beliren bir durum olduğu ortadadır:
“…Mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım. Ümidsizlikten doğan bir isyandı bu, bir nevi meydan okuyuş, yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı (…) İmandan şüpheye, şüpheden inkâra, inkârdan maddeciliğe geçiş: Büchner, Ebul alâ, Hayyam. (…) Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur: sosyalizm.
(…)
Marksistim dediği zaman tek bir işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. (...) Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu, ve ezilenlerin yanındaydı. Ama kimdi bu ezilenler? Bilmiyordu. Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı? Anlayabilir miydi? (...) Marksizm, gerçekten meçhul' e, yani rüyaya kaçıştı." (1)
Cemil Meriç, "her düşünceye" saygı duyan esnek yapısını, sosyalist düşünceye yönelttiği eleştirileriyle sürdürerek, olayları, kendi deyimiyle, "fildişi kulesinden" izliyordu:
"İlmi sosyalizm, hayali sosyalizm. Bu bir kavga terminolojisi. Sosyalizm bir bütündür, gelişen, dal budak salan, geçmişin başarılarından ve başarısızlıklarından faydalanan bir bütün. O bütün içinde, Saint-Simon'un ve Saint-Simonculuğun çok önemli bir yeri var." (2)
Saint-Simon'a duyduğu derin saygı ve sevgiyle, sosyalist düşünceyi ilk anda yadsımayan, ona değer veren, ne ki zamanla yalnızca "Osmanlı" olan Cemil Meriç, bu arada Hind kültürünün de etkisinde kalmış ve yaşantısındaki rengarenkliği, Balzac'tan başlayarak Hind'e uzanan bir gökkuşağı cümbüşü içinde sağlamıştır. Bu arada, orijinal saptamaları, zaman zaman abartmalı kullandığı dili ve polemikçiliği sayesinde dikkatleri çekmiş olan düşünürün, yıllardır tartışılagelen birçok önemli konuda söylediği sözler, yeni tartışmalar yaratması açısından son derece yararlıdır:
"Diyalektik, ‘değişene’ çevrilen bakış, tezatların ilmi... Diyalektik, şüphe. Diyalektik, daima tedirgin, daima uyanık bir şuur…Tefekkürün tarifidir diyalektik. Düşünceyi mücerretlere hapsedemeyeceğimizi, kalınlaştıramayacağımızı, kemikleştiremeyeceğimizi ihtar eder. Yorulmayan çabadır: her konuyu birer birer, ve tekrar tekrar ele almak, bütün yönlerini ve bütün yönleriyle kavramaya çalışmak, köküyle, gövdesiyle dallarıyla. Kimsenin tekelinde (inhisarında) değildir. Herakleitos'dan Hegel'e, Proudhon'dan Weber'e, Sartre'a, Gurvictch'e kadar, düşüncenin bütün fatihleri diyalektikçiydiler.
Hiçbir nazariye, hiçbir felsefe, genel olarak ne kadar doğru olursa olsun, diyalektik bir incelemenin, bu tür bir bilginin yerini tutamaz. Böyle bir içerikten mahrum her nazariye, mumyalaşmış heybeti içinde kısır bir dogma olarak kalır. Diyalektik materyalizmin en büyük düşmanı: dogmacılık. Diyalektik bir araştırma yöntemidir." (3)
Cemil Meriç’te Aydın Sorunu
Cemil Meriç, halk'ı "mustarip ve başsız", aydını ise "şaşkın ve yabancılaşmış, enkaz arasında yolunu arayan yığınla Avrupa intelijansiyasının mağara duvarına vurulan gölgeleri" olarak tanımlar. Gerek sağın, gerekse solun aydın konusundaki görüşlerini eleştiren Meriç, entelektüel'i, zamanının irfanına sahip olan, ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilen, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayan ve peşin hükümlere iltifat etmeyen, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirenbir kimliğe oturtup tanımlamaya çalışmıştır. (4)
O'na göre, entelektüelin başlıca vasıflarından biri dürüstlük, bir diğeri uyanık ve cesur olmaktır. Bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mücahittir.
Entelektüel'in tarihsel gelişimini, sosyalist düşünceden yola çıkarak açıklayan Meriç, rahiplerin, Batı'nın hasretini çektiği aydınlar olduğunu söyler. Ancak, Avrupa'nın ilk intelijansiyası olarak filozofları gösteren düşünür, bu sürecin Avrupa'da Fransız Devrimi ile başladığını ileri sürer. Çünkü, Ortaçağ’ın dar yapısı içinde sıkışıp kalan burjuvazi, hayat sahasını geliştirmek, fethetmek zorundaydı. Feodalitenin totem ve tabuları, hür düşüncenin dinamitiyle artırılmadıkça böyle bir fetih gerçekleşemezdi. Zamanla, Avrupa'nın iktisadi altyapısı oldukça değişmiş, yeni bir içtimai sınıf, proletarya gelişmiş; burjuva ideolojisi vurulan bütün yamalara rağmen parçalanmıştır. Entelektüeller, bilgi teknisyenleri arasından çıkmaktadır. Ama hakim sınıftan değildirler artık, sadece onun tarafından görevlendirilmektedirler. Üniversite, sanayinin emrindedir. Entelektüellerden beklenen iş, teknik bilgilerine dayanarak hakim sınıfın menfaatlerini korumak, düşman ideolojilere karşı onun ideolojisini güçlendirmek, ayakta tutmaktır, Cemil Meriç'e göre. (5)
Yine, düşünüre göre entelektüel, genellikle orta sınıfın çocuğudur: Kitaplardakilerle yaşanan gerçek arasındaki uçurum entelektüeli yaralamaktadır. Batı'da Marksist teorinin ileri sürdüğü aydın-işçi sınıfı ittifakının gerçekleşmeyişinin nedenini, 1850'den sonra II. Enternasyonal’in çeşitli seksiyonlarının hükümetlerden maddi birtakım tavizler ve bir nebze siyasi nüfuz koparabilmelerine bağlayan Meriç, pek çok sosyalisti "kıskandıracak" bir saptama yapıyordu.
Aydınları hürriyete kavuşturan ve matbaa gibi bir silahla donatan gücün "kapitalizm" olduğunu belirten Meriç, kapitalist rejimin aydın kesimini ciddi olarak kontrol altına almak istemediğini, istese de gücünün buna yetmeyeceğini ileri sürer. Çünkü, aydınlar, "mahiyetleri icabı" kemiricidirler, işleri güçleri ‘tenkit'tir. Kişileri ve olayları eleştirmeye o kadar alışıktırlar ki, hiçbir tabunun kalmadığı toplumlarda, sınıfları ve kurumları da dillerine dolarlar." (6)
Cemil Meriç'e göre, Avrupa aydınının ayırıcı bir niteliği kapitalizme düşmanlık'tır. Aydınların etkisi siyasi şartlara göre değişir. Bazen iktidardakilere programlar sunar, bazen gerçekleşebilecek veya gerçekleşmesi imkansız tedbirler teklif ederler. Fakat etkileri daima geniş bir alana yayılır. Entelektüellerin bir başka ayırıcı niteliği hassasiyet'tir. Kurulu düzen hürriyetlerini zedeliyor, çalışmalarını köstekliyorsa, başkaldırırlar. Entelektüellerin bir diğer ayırıcı niteliği de, yaşadığı dünyayı beğenmemek'tir. (7)
Cemil Meriç'in ortaya koyduğu "aydın" tanımı, Gramsci'nin "Geleneksel aydın" kategorisiyle önemli benzerlikler gösterir. Yani, endüstri ile birlikte gelişen ve yazgılarını bu gelişmeye bağlayan kent tipi aydınlar... Geleneksel aydın bölükleri, bir birlik ruhuna, tarih bakımından kesintisiz bir süreklilik, özel bir nitelik bilincine vardıkları için, kendilerini egemen toplumsal takımdan ayrı, ondan bağımsız saymaktadırlar. Oysa Gramsci'ye göre, gelişme süreci ancak bir aydın-halk diyalektiğine bağlıdır. Toplumsal sınıfların içinde, düşünme ve örgütlenme işini üstlenen organik aydınlar, örgütsel bağ'ı ve dönüştürücü niteliğiyle "geleneksel aydınlar''dan ayrılır. (8)
Cemil Meriç, diyalektiği vazgeçilmez bir araştırma yöntemi sayarken, bunu kitlesellikten ayrı biçimde düşünmüş ve tarihin gelişimini ancak "fildişi kuleden" izleyebilmiştir. Cemil Meriç'te marjinal tüm ögeler birarada bulunurken, düşünce namusu "özel" bir kategori olarak birinci derecede rol oynamıştır.
Yakın Çağ'ı ve Doğu-Batı kültür çatışmalarını çok yakından izleyen, kimi olay ve olguları derinlemesine irdeleyerek önemli çıkarsamalarda bulunabilen Meriç, ikilemli bir kültürün çok yönlü dinamiğini kendi kişiliğinde de duymuş, düşüncelerinde bu dinamiğin vurguları açıkça belirmiştir.
Kültür ve İdeoloji
Cemil Meriç, kültürü, "Avrupa'nın düşünce sefaletini belgeleyen bir kelime" olarak niteler. Kültürle emperyalizmin çiftleşmesini "akıl almaz bir fuhuş" olarak değerlendiren Meriç, emperyalizmin, tuzağa düşürmek istediği ülkeleri kültürüyle değil, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklere inandırarak yok ettiğini ileri sürer. (9)
Gerçek kültürü bir tutku, bütün varlığımızı ilgilendiren bir davranış, insana inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuş, kısaca bir sevgi olarak niteleyen Meriç, insanların, yaşayan ve yaşanmış bir kültür sayesinde acılarını yenebileceklerini, hayatlarım yüceltebileceklerini savunur. (10) Batı'daki kültür sorununun altyapısal yönlerini irdeleyen ve bunun sonuçlarını açıklayan düşünür, kültürü, Doğu için bir "sığınak" olarak görür. Batı'nın değerleri yoz, sarsılmış ve gayri insani'dir; Doğu'yu ise ayakta tutan güç kültürdür. Kültürün doğan, gelişen ve ölen bir olgu, uygarlığın ise bu sürecin son aşaması olduğunu vurgulayan Meriç, yine de kültürlerin binlerce yıl yaşayabileceğini söyler. (11)
Çöküş, her uygarlığın önüne geçilemez alınyazısıdır, düşünüre göre. Çünkü, her kültür, insanlığın büyük değerlerinden bir veya birkaçını gerçekleştirir. Yunan Uygarlığı "güzel"i yaratır, Roma "hukuk"u. Sâmi Uygarlığı'nın katkısı "din''dir. Çin, "faydalı"yı gerçekleştirmiştir, Hind'in insanlığa armağanı ise "hayal" ile "tasavvuf"tur. Avrupa Uygarlığı'nın insanlığa armağanı ise "bilim"dir. Cemil Meriç'e göre, her değerin bir gelişme sınırı vardır. Uygarlık bu sınıra varınca görevini tamamlamış olur; ölüme mahkumdur artık. (12)
Kültür konusundaki yargılarında daha çok "sübjektif" davranan Meriç, bu tutumunu kendi idealist düşünce dünyasının doğal bir gerekirliliği olarak düşünür. Meriç'in birçok konuda ısrarla üzerinde durduğu derinlemesine irdeleme yöntemi, kültür konusunda içsel dinamiğini biraz olsun yitirerek, sübjektivizmin sığlığında tutsak kalır. Aslında, orijinal bir kişiliğe sahip olan ve "ideolojiler üstü” davranmaktan gizli bir 'mutluluk' duyan Meriç'in bu tavrı, kültürün bir kalkan olarak algılanmasına ağırlık tanıyan Doğulu düşüncenin de bir tür dışavurumu'dur...
İdeoloji konusuyla ilgili bir kitabın arta kapağındaki, "İdeolojiler tehlikelidir: Amenna. Gelişmemiş beyinler için" sözünü büyük bir açıkyüreklilikle yazan Cemil Meriç, ideolojilerin çağın anahtar kelimelerinden biri olduğunu ve açıklığı kilitleyen bir anahtar görevi taşıdığını vurgular. İdeoloji ile mit'in ayrıştığı ve bütünleştiği noktaları da açıklayan Meriç, mit'in bütün anlamı ve değerinin, reel ile mantıksal tutarlılık arasındaki gerginlikten geldiğini ileri sürer. (13) Mit'in amacının, gündelik yaşamın çelişkilerini gidermek için mantıksal bir model kurmak olduğunu, başka bir deyimle, mit'in gerçeğe hakim olmamızı sağladığını söyleyen düşünür, bu görüşüne, mit'in ilkel toplumlarda yaptığı görevin modern dünyada ideoloji tarafından yapıldığını da ekler. Marks'ı, "ideoloji ile toplum arasındaki ilişkileri araştıran ilk yazar" olarak nitelendiren Meriç, ideolojiler çağının sonunun gelmeyeceğini, ideolojinin nüfuz egemenliğinin günden güne arttığını belirtir.
İdeoloji konusunda son derece “esnek" davranan ve ideolojilerin oluşumlarını dünyanın geleceği açısından kazanç sayabilecek kadar demokrat bir niteliğe sahip Cemil Meriç, reddedilemeyecek olan bu kavramın, yine de birçok "olumsuz" sonuçlar doğurduğunu ifade eder.
Anarşizm
Anarşistlerin, dünya görüşleri bakımından maddeci, ama ahlâk anlayışları ile idealist birer iyimser olduğunu savunan Meriç, bu konuda önemli ölçüde "esnek"tir. Meriç, anarşi sorununu Türkiye bazında irdeleyerek, şunları söyler: "...Bunlar '23 Nisan' bayramında ellerine tabanca ve dinamit lokumu tutuşturulan çocukların oynamaya heveslendikleri kanlı bir oyundur. Anarşi? Belki... Anarşizm? Hayır. Kendi kendini tahribeden bu zavallı nesil, anarşizmin belli başlı nazariyecilerinden habersizdir. (...) Bize göre bu tehlikeli macerayı vasıflandıracak kelime, anarşiden çok 'anomi'dir." (14)
Toplumun yaşadığı bu "anomi" karşısında şunları ekler Meriç:
"...Toplum zıvanadan çıkmış. Cinayet cinayeti kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar (kavramlar) cehennemi bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrake giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor. Tarihlerin tanımadığı bir tahrip cinneti karşısındayız. Sosyal bir kuduz veya kanser. Bu sinsi, bu kancık, bu sürekli boğazlaşmaya anarşi demek hata. (...) Anarşizm demek düpedüz münasebetsizlik. Anarşizm bir dünya görüşüdür.Tutarlı bir felsefesi, gözüpek havarileri, ölümle alay eden kahramanları vardır. Anarşizm, hürriyet aşkıdır; insanın asaletine ve yüceliğine inanıştır;tek kusuru, hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve gerçekleşemeyecek olması. Anarşizm Avrupa’nın rezil ve yalancı medeniyetini yok edip bahtiyar bir çağın yaratıcısı olmak hülyasıdır.”(15)
Meriç, "fildişi kulesinden" böyle izliyor olayları. Sol açısından, yanlışlıklar ve tutarsızlıklar taşıyan birçok yönünün ve düşüncesinin bulunduğu bir gerçek. Ama, anarşizmi göklere çıkarabilecek ölçüde sağ'a hiç uymayan bir düşünce ahlâkı var Meriç'in. Cemil Meriç'in anarşizme olan hayranlığı Proudhon ile başlar. Proudhon'a, dolayısıyla anarşizme, 'afaroz edilen düşünce’ biçiminde atıfta bulunan, hatta Proudhon'un temsil ettiği anarşizmin, Batı’nın bütün doktrinleri içinde, nomokrasi (kanun hakimiyeti) içerdiği için, İslâmiyet’e en yakın felsefe olduğunu savunan Meriç, gerçek sosyalizmi, gerçek demokrasiyi bütün boyutlarıyla tanımak isteyenlerin, 'kiliselerin afarozuna uğramış' Proudhon'u tanımak zorunda olduklarını belirtir. (16)
Meriç'e göre, Proudhon hem demokrasinin, hem de sosyalizmin bayrağıdır. Emekten doğmayan her kazancı mahkum eden ve faizi bir sömürü aracı olarak düşünen Proudhon'u Marks ile karşılaştıran Meriç, Gurvitc'in sözlerine dayanarak, Marks'ın ortaya çıkmasını Proudhon'un etkisine bağlar. (17)
Başlıca toplumsal ve politik doktrinleri, "gelecekteki toplumların yapısını tasarlamak", "bilimsel bir sosyalizm kurmayı istemek" ve "toplumsal devrimin başarıya ulaşma yollarını araştırmak" olan Proudhon'a olan hayranlığı ve sevgisi, Meriç'in ne derece geniş bir düşünce adamı olduğunu kanıtlar.
Cemil Meriç'te sık sık rastlanan "anarşizme hayranlık", asıl temelini, hiçbir kural tanımamaktan ve hiçbir doktrine bağımlı olmamaktan alır. Düşündüğü ve ürettiği oranda alçakgönüllü olamayan, çoğu kez kendini "ideolojiler üstü" gören, ama örneğin Marksizmin kendince hata olarak gördüğü noktalarını bir Marksist kadar sağlıklı ve özeleştiri disiplini içinde saptayabilen Cemil Meriç, belki de Türk düşünce tarihinin en "çizgi-dışı" kişiliğini oluşturmaktadır.
Din
Cemil Meriç'te inanç sorunu oldukça karmaşık bir düzeyde süregelmiştir. Bunun en önemli nedeni olarak, bir zamanlar "ateist" olması gösterilebilir. Marjinal kalmış bu yanı, Meriç'te, bir tür ütopik güç dengesi, hatta yaşama bağlanışın imgesi olarak "tecelli" eden bir şiir biçimini almıştır: "Din, aşk, şiir... Boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler” diyen Meriç, körü körüne bağlılığın uzağında olduğunu 'din' konusunda da hissettirir. Ama, "Tanrı insanlığın en büyük keşfidir" biçiminde bir yargıda da bulunan Meriç'in bu hafiften kuşkusu, inancı üzerinde çok fazla değişik spekülasyonlara yol açmaz: "Batı'ya karşı Doğu'nun isyanı... şuur altının çığlığı" olarak nitelediği "Nurculuk", övgüyle söz ettiği bir "tepki"dir!
Elit, dinsel duyguları ağır basan ve geçmişine bağlı kimliğiyle, tipik bir Osmanlıdır Cemil Meriç. Ömrünün büyük çoğunluğu Cumhuriyet döneminde geçtiği için, gerek Batı ile kaçınılmaz ilişkilerin toplumda yarattığı dejenerasyondan kaygılı, gerekse Batı'nın düşünce adamlarıyla, akımlarıyla içiçedir. Osmanlı düşüncesiyle de bütünüyle uzlaşan bir yanı yoktur Meriç'in. İslamiyet ile demokrasiyi karşılaştıracak ölçüde esnek, anarşizmi övecek kadar da aykırıdır. Meriç'te önemli olan, okuma, düşünme ve yazma eylemidir. Öyle ki, dinsiz olan Proudhon bile, yüzyılın en büyük düşünürlerinden biridir Meriç için. 38 yaşından beri gözleri görmeyen, buna karşın düşünce dünyasına katkıda bulunmaya çabalayan düşünürde, tanrı inancı, bir tür "kalkan" işlevi görmektedir. Meriç'i Araf"ın sınırlarına iten bir temel neden de, kuşkuculuğudur. Dine olan saygı ve sempatisi, büyük oranda, dinin Doğu'nun Batı'ya karşı "ezilmeme" mücadelesindeki homojenleştirici etkisine dayanmaktadır.
Kadın Sorunu
Cemil Meriç, kadını bir güzellik ve iyilik objesi olarak algılar. Kadının kişiliğini yaratan ne terbiyedir, ne baskı. Ona özellik veren aşk ve omuzlarına yüklenen misyon'dur. Çağdaş toplumun kadını erkekleştirme yolunda olduğunu vurgulayan Meriç, bu durumu, toplumu değerli bir yardımcıdan yoksun bırakan bir yöneliş olarak niteler.
Meriç'in kadın sorunu hakkındaki şu sözleri, düşüncesinin niteliğini anlamak açısından son derece yararlıdır:
"...Neden kadın erkeğe boyun eğmek zorunda kalsın? Erkeğe, yani yaratılışı bakımından, hatta ahlâk ve zekâ bakımından kendisinden daha aşağı bir varlığa... Niçin en büyük sayılan zevklerin dışında bırakılsın? Neden erkek kadar hakları yok? Neden erkek için şeref sayılan, kadın için yüzkarası?..." (18)
Bir feministin yönelteceğinden çok daha "radikal" içerik taşıyan bu sorular, karşılığını, oldukça marjinal bir yanıtta bulur: Meriç'e göre, kadının hayatındaki en mutlu çağ, bütün varlığını topluma ve ailesine verebildiği çağdır. Kadın başkaları için çırpınır bu çağda, başkaları kadın için. Kadın, çocuğu için hem sütanne, hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda mutludur.
Kadın kişiliğinin psikolojik analizine de ağırlık veren Meriç, onları erkeğe bağımlı kılan oluşumu, egoizmden yoksunluk ile açıklar. Ancak, Meriç'te kadın sorunu, sonuçta yine idealist bir yönsemeyle, nesnel karşılığını şefkat, anlayış, sevgi vb. değerlerde bulur. Üslubunu, büyük ölçüde şiirin "abartmalı" yapısından esinlenerek oluşturan Meriç, bilincin şiirde kanat çırptığını, şiirin, rüyanın sisli dünyasında serseri bir dolaşma demek olduğunu savunur. (19) O'na göre, düşünce, düzyazıda rahatlar. Şiirin büyülü kanatlarından sıyrılmadıkça, düşünce kendisi olamaz.
Cemil Meriç'in, Nâzım Hikmet hakkındaki düşünceleri de, aykırı yanlarına karşın, oldukça ilginç bir gözlemi içerir:
"...Nâzım Hikmet, şiirin kapısını düşünceye açan adamdır. Heyecanı ile dili ile yerli, kullandığı malzeme ile beşerî. Nâzım, ilk defa olarak, kökleri tarihin karanlıklarına ve insan ruhunun derinliklerine dayanan bir dünya görüşünü bütün ruhuyla benimsiyor, onu ülkesinin mustarip insanlarına tanıtmaya çalışıyordu. Nâzım'ın Türkçesi dilin varabileceği bütün sınırları zorlayan ve daha sonraki nesillere yol gösteren bir Türkçe. Ne var ki, şairi geniş hazırlıklı, soğukkanlı bir düşünce adamı sanmak da yanlış. Sıhhatli bir çocuktu Nâzım. Aşırılıkları, ihtiyatsızlıkları ile çocuk. Ve yalnızdı. Bence Türk şiiri Nâzım'la biter, Avrupai düşünce Nazım'la başlar." (20)
Sonuç
Ele aldığı sorunlarla ilgili olarak çağın önemli düşünürlerinden konuya ilişkin pek çok alıntı yapan ve bunları bir tür "kotasyon" formülüyle diyalektik bir mekanizma içerisinde sistematize eden Meriç, sonuçta kendi tezlerini de bunlarla karşılaştırır.
Ortaya çıkan "sonuç", yeni bir antitez'e ya da yeni önermelere açık, vulgarize olmamış ve sübjektif ögeler taşısa da, özünde derin bir irdelenme aşamasından geçmiş biçimiyle ortaya konulur.
Kimi toplumlarda, özellikle kültürün çokyönlü bir renkliliği beraberinde taşıdığı açıktır. Her değer, her çelişki ve her yaşantı biçimi toplumda bir tür mozaik taşı işlevi görür. "Gelişme" denilen olgu, belki de bu çokyönlü renkliliğin bir yansıması sonucu ortaya çıkar.
Türkiye'nin çağdaş kültür formasyonunda yer edinmeye hak kazanmış "sağcı" düşünürü pek yoktur. Sağ, düşünmekten çok korumaya ağırlık tanıdığından olacak, kültürü ilgilendiren evrensel konularda ya hiçbir söz söylemez ya da 'yalan' söyler. Sağın kültür sorunsalı, yakın tarihin sınırlarına pek giremediği gibi, bu sorunsalın etki alanı da ancak "milli" düzeyde kalır.
Cemil Meriç'i bu oluşumlardan soyutlamak yerinde olacaktır. "...Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim... tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı" diyebilen, "Sol'un kadir na-şinas davranışı beni ister istemez gericilerin kucağına değil, yanına itti" biçiminde sitemlerde bulunan Cemil Meriç, ne yazık ki, ancak "yalnızlık"ta yer bulabilmiştir!
Cemil Meriç, sağcı değildir.
Çağın tüm düşüncelerini, dinlerini ve Platon'dan Marks'a kadar tüm düşünce adamlarını saygı ve sevgiyle kucaklayan renkli bir düşünürün, istisnai bir kimliğe sahip olarak, "yalnız" ve "bağımsız" olarak nitelendirilmesi, belki de en yerinde değerlendirme olacaktır.
O'nun gerçek bir "Şarklı hümanist" olduğunu, "Hümanizm, çağın dinidir" dediğini aktardıktan sonra, Doğu'nun da bir tür "şiarı" olan şu sözleri değerlendirmeye sunmak, konuya ilişkin en önemli ipucunu verecektir: "Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez."
Edebiyat Dostları, Haziran 1987, Sayı: 2
NOTLAR:
( 1) Mağaradakiler, Ötüken Yay, İst., 1978, s. 445-447
( 2) Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Çan Yay.,
s 23
( 3) Türk Edebiyatı, Nisan 1984, sayı 126, s 23, Zikreden Alev Alatlı
(4) “Aydın Denen Meçhul”, Pınar, Şubat 1977, sayı: 62, s. 24
(5) “Çağlar Boyunca Aydın”, Pınar, Mart 1977, sayı 63 s. 15
(6) Agd, s. 18
( 7) Agd, s. 19
( 8) Aydınlar ve Toplum, Gramsci, Alan Yay, 1985, s. 66
( 9) "Küllür ve Emperyalizm", Pınar, Aralık 1977, sayı: 72. s. 17
(10) Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yay, İst. 1979, s. 102
(11) Age, s. 118
(12) Age, s. 119
(13) "İdeoloji", Hareket, Ağustos 1973, sayı 92, s. 428
(14) Mağaradakiler, s. 202
(15) Bir Facianın Hikâyesi, Umran Yay., Ank. 1981, s. 1
(16) Kırk Ambar, Ötüken Yay., İst. 1980, s. 379 .
(17) Age, s. 396
(18) Age s. 443-444
(19) Mağaradakiler, s. 279
(20) Age, s. 285