“BARBAR VE ŞEHL”DA MİLADÎ DÖNÜŞÜM
Ahmet Telli’nin “Çocuksun Sen” adlı şiir kitabından tam 9 yıl sonra yayımladığı yeni yapıtı “Barbar ve Şehlâ”, şairin serüveninde odak kabul edilebilecek bir yönelime işaret ediyor. Birkaç yönden ve birkaç düzlemde ele alınabilecek bu değişim, kendi şiirini aşma, kendi üslûbuna yeni bir boyut ekleme olarak da özetlenebilir. Ama özde, “Çocuksun Sen”deki kimi modernist biçem arayışları, son kitapta yerini duru bir şiirsel tevekküle bırakıyor âdeta. Çocuksun Sen’in o unutulmaz finalinde, küçük yıldızın evrende toza karışması, biçimsel anlamda Barbar ve Şehlâ’daki son şiir olan “Veda”ya göre daha modernist bir yönelim taşısa da, Veda şiirindeki tok, kararlı ve itirazî ifâde, yepyeni bir çığıra kapı açmakta.
“Barbar ve Şehlâ”nın sorunsalı olan “sesini yitirmiş bu gergin coğrafya”, tam da şairin duruşuna gerekçe oluşturan katmansal bir çığlıklar bütününü ortaya seriyor: Bu gerçeklikte, artık düşlerin de yara aldığı karmaşık bir ilişkiler yumağı at koşturuyor. Berçelan Yaylası, Munzur, Sümbül Dağı, Zap Suyu ve Kürt kızları, bu coğrafyanın zenci mahallesine tıkılıp kalan birer imgesel dert oluveriyorlar.
Dert bununla da sınırlı kalmıyor. Ahmet Telli, kendi deyimiyle, “genlerinin bir yerinde saklanıp duran” Çerkez kimliğine de can veriyor “Kabartay” ve “Ah Deli Tay” adlı şiirlerinde: “Gece yalnız orada, atların göğünde/Çok yıldızlıdır ve yıldızlar Çerkez’in/Uzanıp alacağı kadar yakındır yeryüzüne.”
Şair Mehmet Çetin için yazdığı “Kekomeçe” adlı şiir, bu iki farklı coğrafyayı buluşturan bir iklim yaratıyor sanki: “Sen kekeme ve Kekomeçe kal istersen/Ben oğlum diyeyim sesini duyunca.” Ardından, kitaba adını veren “Barbar ve Şehlâ”nın itiraz kaydı capacanlı imgelemi düşüyor sayfalara ve bu kez duruş daha geniş bir coğrafyanın dili oluyor: “Güller sessizliğin koynunda bulurlar renklerini” ve “Hangi şehirde yoksan ben kayboluyorum orada”…
Devrimci Romantizm’den müdahaleci modernizme
Yapıtın ortalarında, Ahmet Telli’nin kentli dili yeniden beliriyor. Kara Kutu, “İki şak oluruz o zaman/Ten ile tin tiz ile tez//Tez elden haberimiz gelir/Galiba ufka çarptık biz/Matem libasına bürünmüş/Kutu ve kuyudur tanık/Katlimizse kayıt dışıdır” biçimindeki dizelerle bu mecrayı bütünlüyor. Ahmet Telli, biçimci anlayışı şiirinin özgül alanlarına pek taşımaya yanaşmasa da, derinlikli bir maceraya her girişinde ister istemez o düzleme de uğramak durumunda kalıyor. Şiirdeki “ten ile tin/tiz ile tez” ve hemen takip eden “tez elden” alegorisi de bunu tanıtlar nitelikte.
Yapıtın genel havasına egemen olan derviş edalı söylem, ilk yapıtlarından başlayarak Çocuksun Sen’de noktalanan şiirsel ufkun ötesinde bir tercihe işaret ediyor. “Devrimci romantizm” ile “Doğrudan müdahaleci” tarzda modernist bir anlatımın kaynaştığı yeni bir biçimsel-ideolojik şiirsel yapıyı bir arada barındıran bu söylem, perde arkasında güçlü bir altyapı ve ideolojik formasyon taşıyor. Öyle ki, “Tiner ve Tango” şiirinde olduğu gibi, bir anda kentsel bir hüznün kapıları açılıyor, oradan da yaşanan şehre geçilerek, “Ankara böyledir işte, sevdiklerin/Bir bir terkeder seni/Vakti gelince” dizeleriyle bu yalnızlık bütünleniyor.
Veda: Nereye?
“Barbar ve Şehlâ”nın asıl sorunsalı, kitabın sonundaki “Veda” şiirinde yatıyor. Veda, Ahmet Telli şiirinde hiç alışılmadık bir tavrı öne çıkaran, neredeyse nitel sıçrama olarak adlandırılabilecek ilginç bir yolculuğa işaret ediyor. “Ve gitmek/Daima bir itirazdır bu dünyaya” dizelerindeki gizem, intiharı çağrıştırma riski taşısa da, onun bir adım ötesinde ve belki daha da korkutucu olarak, dünyasal yorgunluğa bir gönderme gibi de algılanabiliyor. Yapıtın tamamına hakim olan o derviş edalı tavır, “Veda” şiirinde kendi öznesiyle ve geçmişiyle yüzleşiyor:
“Devrim için savaşmayana komünist mi denir
Korsan mitingler, barikatlar, yoldaş türküler
İşçileri tarafından kovalandığımız fabrikalar
Devrim gelecek cümle eksikler bitecek, bitsin
Düşmanı korkak sandığım gençliğim güzeldin.”
Bu noktada, Ahmet Telli şiirinde ilk kez beliren sitemkâr tavrı irdelemeden geçmek mümkün değil. Anılan dizeleri bir başka şair yazsa, kolayca ve hatta mal bulmuş mağribi gibi kesinkes belirlemede bulunarak, şairin artık geçmişiyle hesaplaşıp onu toprağa gömmekten söz ettiğini söyleyebilirdik. Ama yaşamını şiire, şiirini yaşama vermiş Ahmet Telli için böyle bir şey söylemek, en başta eşyanın tabiatına aykırı.
Peki, şiirin ve hayatın yükünü bunca yıldır sırtında taşıyan, duruşuyla da geçmişini tertemiz koruyan Telli, neden üç günlük hevesle mücadeleye girip çıkmış bir genç gibi sitem ediyor? Hele hele, neden “işçileri tarafından kovalandığımız fabrikalar” gibi teorik düzlemde hayli tartışılır bir alegoriye şiirinde yer veriyor? Yolun sonuna mı geldi, yoksa yeni bir milat mı görünüyor ufukta? Buradaki sitemsi duygu, Hasan Hüseyin’in “Ben hep onlar için yazdım şiirlerimi” deyip, “Ama onlar bir kez bile anlamadılar beni/Dağlar taşlar anladı/onlar anlamadı” şeklinde devam eden dizelerini andırma tehlikesi taşıyor.
Ben, bu şiirin değindiği sorunsala başka bir açıdan bakmak, andığım eleştiri konusu tüm dizeleri de şiirde yabancılaştırma yöntemi kurularak, herhangi bir prototipe atfedilen yansımalar olarak değerlendirmek istiyorum. Çünkü ne kadar yorgun olursa olsun, artık Türk şiirinde bir mitos hâline gelmiş Ahmet Telli’nin bezginolmaya ve sızlanmayahakkı yok.
Bu milâdi şiir, sonraki dizelerinde, nostaljik ögelere ve şairin yaşantısından acılı imgelemlere de yöneliyor:
“Sabah akşam beni izleyen üzgün fotoğraflar
Babam, annem ve sesini ne zaman duysam
Babam dediğim küçük kardeşim, gidişinizle
Yitirdim göğün rengini, suyun serinliğini
Gölgesiz kaldı anılar puslanan camlarda
Ve yaşlandığımı sandım toprağa verirken sizi.”
Ahmet Telli, belki de şiirsel serüveninde ilk kez bu derece yakın, duyarlı ve acılı biçimde yaklaşıyor ailesine. Şiir, onlara da bir gönül borcu, yaşanmamış yılların rağmına sunulan dize yüklü bir armağan sanki.
Telli, belki de bir şairin yaşayabileceği en büyük felâket/armağan olan dünyasal yalnızlığı öylesine iliklerine kadar duyuyor ki, “Yolcu yolunda gerek ey Ahmet Telli/Uzatırsan sözü yalana döner, ki söz bitti/Bitmeyen ne kaldı, yüreğin burkulmuyorsa/Vedaın da bir kıymeti yok diyordun/Kekre bir tad kaldı damağında/Sana kendini öğreten büyük yalnızlıklardan” dizeleriyle bu tutkuyu iyice perçinliyor.
“Veda” şiiri ve kitap, “Hutbeni bitir artık, hırkanı as, âsânı al/Bir veda sesi ol kendine hoşçakal diyerek” şeklindeki dizelerle son buluyor. Son dizeler, Ahmet Telli’nin derviş tavrını da tanıtlar özellik taşıyor.
“Barbar ve Şehlâ”, Türk şiirinde milâdi bir yapıt. Milât, çünkü yeni başlangıçlara doğru atılan bir ok şiddetinde. Ya da tam tersine, bütün bir şiirsel serüveni ateşe atacak kadar cesur.
Tıpkı, İsmet Özel’in Amentü’sü, Ahmet Erhan’ın Alacakaranlıktaki Ülke”si, Nâzım Hikmet’in -Piraye’li- Bursa Hapishanesi’nden şiirleri, Rilke’nin Duino Ağıtları gibi. Bunlardan hiçbiri, anılan yapıtlarından sonra daha güzelini yazamadı. Onların vedası da bu şiirler oldu.
Tanıdığım ve hep sevdiğim Ahmet Telli, bu makûs talihi altedecektir.
Varlık dergisi, Nisan 2004