GELECEĞE REDDİYE
İnsanın, kendisine şaşırtıcı gelen her şeye kolayca bağlanmasının tek nedeni var: belirsizlik fobisi. Bu belirsizlik fobisinin izdüşümünde de, yaşantının o ana değin biriktirdiği türlü kalıpsal dinamikler yatıyor. Buradan da, homojenleşme eğilimlerinin -ya da formlarının- aslında bütün kalıpsallığına rağmen potansiyel bir dinamiği bünyesinde barındırdığını gözlemliyoruz. Örnek mi? Tanrı inancı ve bugünkü etkili yansımasıyla, dinsel aktiviteler.
İnanç, hangi kalıpsal dinamik adına olursa olsun, içeriği kolayca yanlışlanabilir bir sistematiktir. Bunun da mantıklı bir açıklaması var: Geleceğin nasıl olacağını bilemeyiz; ama geleceğe nasıl ulaşılacağını planlamak, başlı başına bir “teorik çözümleme”yi gerektirdiğinden, öncekine göre daha gerçeğe yakın bir temele oturur.
Belirsizlik fobisi, adı -ya da teorisi- çok daha başka türlü konulmasına karşın, önemli ölçüde idealizmin birincil basamaklarındandır. Ama bunun alternatifi, elbette belirlenmişlik değildir. Zaten bu ikisi, aynı yansımaların çelişik tezahürleri sayılabilir. Nitekim, varoluşçu felsefenin mimarlarının “evren teorisi” olarak geliştirdikleri sav, insanın uzaya bırakılmışlığı ve kaderinin önceden belirlenmiş olduğu şeklindeki öncüle bağlıdır.
Gelecek nedir?...
Gerçekleşmesini umduğumuz veya gerçekleşmesi yolunda çaba gösterdiğimiz tarihi belirsiz bir uzam mı? Yoksa, önceden kuralları konulmuş, sınırlandırılmış ve boyutları belirlenmiş bir mekanizma mı?..
Eğer, yaşam biçimimizdeki belirleyiciler, yukarıdaki iki seçenekten biriyle sınırlandırılmış ise, görülecektir ki, zamanla boşlukta bıraktığımız her alan, hiç de onaylamadığımız değerlerle kuşatılacaktır. Bu, bir deneyim sorunudur. Pratiğin öğreticiliği, bazen güçlü teorik varsayımları bile örseleyebilmektedir.
Peki, Türkiye'de edebiyat ve kültür-sanatın bundaki payı nedir? İşte sorun burada yatıyor. Geleceğe ilişkin tasarımlarımız, önceki deneyim potamızla birlikte “örnek” bir teorik yapı oluştururken, gün gelir, hayatın -hiçbir zaman onaylamadığımız- herhangi bir fırtınası, bütün olan-biteni kayalıklara vurabilir. Bu, ne acı ki, defalarca kanıtlanmıştır.
Yalnızca edebiyat ve kültür-sanatta değil, bütünleşmeyi gerektiren her önemli projede, nedeni hiçbir zaman tam anlamıyla açıklanamayan önemsiz aksaklıklar kendini gösterir. Bu, içinde “belirlenmişlik” ögesi taşıyan bir sistem değildir elbette; sadece zorunluluktur. Tıpkı, denizde kendine yön arayan dalgaların diğerlerinin yönünü dağıtması gibi. Peki, deniz kimindir?... Ya da “mülkiyet” sorunundan arındırarak soruyu temellendireyim, denizin hakkı kimdedir?... Korsan veya balıkçılarda, evet. Fırtınalarda, evet. Hatta mavide bile. Denizin bir geçmişi varsa, bu, renginden yaşayanına kadar herkesin tarihidir.
Denize küsmek? Neden olmasın. Karaya vuran yunuslardaki intihar eğiliminin bile belirlenebildiği bir dünyada, denize küsmenin öyle çok ayıp bir şey olduğu söylenemez. Bir tek koşulla: Denize küsenin bir daha maviye aşık olabilme hakkı yoktur. O hak, bizzat müntehiri tarafından geride kalanlara bırakılmıştır.
Özlemek, insanı sarsan bir duygu. Sanıyorum, bu, defalarca da kanıtlanıyor. Geçmişten geleceğe uzanan, büyük ve soylu olduğuna inanılan bir yolda, denizin bile kirletemediği arkadaşlıklar yaşamak kolay değil. Ama, bu bile geçici. “Belirlenmişlik felsefesi” böyle buyurduğu için değil kuşkusuz; hatta yaşlıların özlem duygusuyla da hiç bağlantılı değil: Denizden karaya çıkanlar, artık kendilerine yeni bir mavi bulacaklardır; bu kaçınılmaz.
İki ayrı tondaki mavi...
Özlemek, sarsıntısını içimize sindirebildiğiniz bir şiddetin diliyse, “bir zamanlar” terkedilmemeye and içilmiş geminin sancak tarafına çekilen siyah korsan bayraklarını artık gizlice seyretmek, öyle sanıldığı kadar hüzünlü değil. Yolculuk bitti. Özlemek, bu noktada, ancak yeni bir yolculuğun seyir defteri için gerekli güdülenmeyi sağlayabilir. Daha fazlasını asla.
Türk Edebiyatı’na vurulan neşterin sorumluluğuna sarılmak bile, bir ölçüde, sürekli yanlışlıkları bağışlatamıyor. Bunu, hayatın “doğal akışı”nda aramak yeterli bir yanıt değil elbette. Hele hele, doğal olanın bile içinde dengesini kaybettiği zincirleme yanlışlıklar, bugün için belki çok yeni olan, ama gelecekte bizleri bir hayli üzecek nihai sonucunu doğuracak. Ne acı ve ne yazık ki doğuracak.
Şiir niçin yazılıyor?... Bu soruyu, edebiyata lise düzeyindeyken başlayan bir gence sormuyorum. Şiir ile ilgilenen; yirmidört saatini dünyayı düşünmeye ayırırken, bu zaman dilimine şiiri de sorunsal olarak eklemleyebilen herkes bu sorunun nesnesi. Evet, niçin şiir yazıyoruz?... Eğer yalnızca, tarihsel bir sürecin tanıklığı için şiir yazılıyorsa, şairin müdahaleci yönünden çok, gördüğü bir olay karşısında mahkemedeki sıradan beyanını “arz eden” vatandaş yanını onaylamamız gerekir.
Şairin, bu anlamda, vatandaş olmaya hakkı yoktur. Ama, “yargıç” da olmamalıdır. Şair, bu iki misyonu (ya da konumu) reddeden bir radikalliği düşünmelidir. Ne edebiyat üzerine binbir dereden su getirerek “ahkam kesen” eleştirmenlerimiz, ne de onların “yemi” olmaktan öteye gidemeyen şairlerimiz -ya da edebiyatçılarımız- bu çizgiye yakındır. Onların çizgisi, edebiyatın “meşru zemini” dışına çıkmayı bir türlü kendi beyinlerine onaylatamayan bir yüzeysellik taşır.
Şiir ile hayat arasındaki meşruiyet, yalnızca bu ikisinin birbiriyle olan ahlakî bağıyla ilgilidir. Bu anlamıyla, belki de sadece bu anlamıyla, etik-estetik ilişkisi doğru orantılıdır. Şiir, bizi, hayata olan borcumuz kadar ilgilendirir; tıpkı şiire olan borcumuzu hayatımızın akışıyla koşut biçimde düzenlediğimiz gibi.
Yine başa dönelim. Belirsizlik fobisinin hayatımızdaki payı nedir?... Gerçekten, sonuna dek savunarak sorumluluğunu taşıdığımız ilkelerin, gelecekte de en az bizim dönemimizdeki kadar korunacağına inanıyor muyuz?... Bu ilkelerin dokunulmazlığı, sağlamlığı, hatta homojenliği konusundaki düşüncemiz “sarsılmaz” bir temele mi bağlı?...
Hayat bizi sınamıyor belki, ama biz hayat karşısında kendimizi ne derece sınıyoruz... Niçin sınıyoruz?...
Geleceği şimdiden reddetmek için mi?
Edebiyat Dostları, Mayıs 1989, Sayı:25