“ALDATMAK” ÜZERİNE HERKESE BİR ÇİFT LAF
Kaç gündür dudaklarımı ısırıyorum çaresizlikten. Özünde beni doğrudan ilgilendirmese de, hiç alışık olmadığım, küçümseme-kompleks-kıskançlık üçgeninde ortaya çıkan ve hiçbir sanatsal-edebi değer taşımayan o "meşhur tartışma" hep yanıbaşımda: Ahmet Altan'ın "Aldatmak" adlı son romanı üzerine söylenenler.
Bir türlü hazmedemiyorum, kabullenemiyorum ve edebiyatın o büyülü dünyasından bunca uzak 'kalemşörlerin' hiçbir kural, izan tanımayan suçlamaları ve yargıları beni derinden yaralıyor.
Radikal İki'de çıkan Pakize Barışta'nın "Kıskançlık ve Ahmet Altan" adlı yazısında kullandığı "...Asıl şaşırtıcı olan Ahmet Altan'a yapılan suçlamalar karşısında edebiyatçıların suskun kalması" sözleri üzerine daha fazla dayanamayacağımı anladım. Bu yazı bazılarını biraz ısıracak, acıtacak, ama mecburum.
Peşinen söyleyeyim: Ben Ahmet Altan'ı da, Orhan Pamuk'u da yazar olarak seviyorum, beğeniyorum ve önemsiyorum. Türk edebiyatının bu isimlerle daha da güçlendiğine inanıyorum. Orhan Pamuk'un romanlarının 23 dile çevrilmesinden sonra, Ahmet Altan'ın "Kılıç Yarası Gibi" romanı da daha geçtiğimiz haftalarda Almanya'da yayımlandı. Bu gerçeği görmezden gelmek, devekuşu gibi kafayı kuma gömmekten farksız.
Bu yazarların romanlarının "beyaz dizi" veya "sabun köpüğü" olarak nitelendirilmesini ise -somut kanıtlar, örnekler ortaya konulamadığı için- ciddiye bile almıyorum.
O yüzden de, bu yazı –sonundaAhmet Altan'ı da iğneleyecek kadar- tutarlı gözlemlere, verilere ve somut örneklere dayandığı iddiasını taşıyor.
Tabii benim en büyük avantajım, "Aldatmak" adlı romanı okumuş olmam. Hayatımda hiçbir zaman, bilmediğim bir ülkenin karayolları haritasını ezberden çizmek gibi bir yeteneğim olmadığı için, çok okunan köşe yazarları kadar 'mucizevi' icatlarda bulunup, okumadan bir kitap hakkında yargıda bulunma şansına da sahip değilim -ne yazık ki.
Çok okunan gazeteciler ile çok okunan yazarlar arasındaki bu düelloda, umarım belirteceğim görüşler etkili olur...
Ama en önemlisi, umarım, yazının muhatapları uygar bir tavır sergileyerek, bu tartışmadaki tutumlarından dolayı -enayi yerine koydukları ve yanlış yönlendirdikleri- yüzbinlerce okurdan özür dileme ihtiyacı hissederler.
Fatih Altaylı’ya
İlk lafım Fatih Altaylı'ya. Çünkü tartışmayı başlatan, Altaylı'nın 23 Eylül'de Hürriyet gazetesinde sürmanşetten çıkan "Ahmet Altan Aldatma'yı yürüttü mü?" başlıklı yazısı oldu. Altaylı, okumadığı, eşinin konusunu kendisine birazcık çıtlattığı romanın, Arthur Hailey'nin "Tekerlekler" adlı kitabından çalıntı olduğunu iddia etti.
Fatih Altaylı, gazetenin sürmanşetine kitabın adını bile yanlış yazmakla kalmadı, (O, 'Aldatma' diyor nedense, ama görmediği bir kitabın adını yanlış bilmesi doğal!) daha da acıklısı, "Aldatmak" romanından yola çıkarak, kitabı övenlere saldırmak için kendine fırsat yarattı.
Bitmedi. Altaylı, 24 Eylül'de, "Cühelanın başyapıtı böyle eleştirilir" başlığıyla, önceki yazısının eleştiri değil "suçlama" olduğunu belirtti. Böylece, Ahmet Altan'ın romanını okuyup da beğenenler "cühela", ama kitabın kapağını bile açmaktan aciz Fatih Altaylı "bilinçli yazar" olmuş oldu! Kitabı satın alıp okumaya başlayan 100 bine yakın okur da bu cehaletten payını peşinen aldı zaar!
Fatih Altaylı, en son gafını 25 Eylül'deki yazısında yaptı ve bu kez -kitabı okumadan suçlamanın verdiği utançtan olsa gerek- mecra değiştirdi: Çetin Altan'dan doğmuş bir evlat nasıl bu kadar saçmalardı! Altan'ın egosu goygoylanmaya alışıktı ve hatta mason locası sayesinde meşhur olmuştu! Ama "babasının hatırına" artık bu tartışmayı noktalamak istiyordu. Yani Altaylı, tartışmaya havlu atmanın bahanesini de kendince buluverdi.
Bütün bu tartışmaların ortasında, bir edebiyatçı ve ciddi bir okur olarak bana en çok ne dokundu, biliyor musunuz? "Aldatmak", 19 Eylül'de piyasaya çıktı, Fatih Altaylı da 4 gün sonra ilk yazısını yazdı. O yazıda, mal bulmuş mağribi gibi "yürütme" iddiasını ortaya attığında, ben henüz kitabın ortalarını yeni geçmiştim ve romanın sonunda ne olacağını, Altaylı'nın o hiçbir edebi değer taşımayan yazısı yüzünden öğrenmiş oldum!
Altaylı mutlaka hatırlayacaktır: "Kaçak" dizisini TRT'den seyrettiğimiz o siyah-beyaz ekranlı yıllarda, Richard Kimble'ın eşinin katilinin kim olduğunu neredeyse bütün Türk halkı merak ediyordu. Dizinin son bölümünün yayınlandığı o pazar gününü hiç unutmuyorum. Bu bölümü seyretmek için -öğleden sonraydı- bütün Türkiye eve kapanmıştı. Ama bir gazete, daha dizinin son bölümü yayınlanmadan, o sabah katilin tek kollu "Falconetti" olduğunu birinci sayfadan duyurdu ve bütün büyü bozuldu.
Ancak bir edebiyatçının, sanatçının ve kaliteli bir okurun sahip olabileceği bu tür bir duyarlılığı, kaba-saba üslubuyla meşhur bir köşe yazarından zaten beklemiyorum. Ama acelesi neydi? Bir hafta-on gün beklese, okurlar kitabı sindirse, daha sağlıklı gözlem yapma fırsatı bulsa, kıyamet mi kopardı? Ama olmadı. Fatih Altaylı, edebiyatın özel kurallarını hırsına kurban etti.
Halbuki Altaylı biraz hafızasını zorlasa, aldatan eş-kleptoman ilişkisine, bir zamanların meşhur dizisi “Dallas”ta, JR’ın karısı Sui Ellen’da da rastlayacaktı!
Emin Çölaşan’a
Okuru tıpkı Fatih Altaylı gibi hiçe sayan bir köşe yazarı da Emin Çölaşan oldu. Çölaşan, Hürriyet'teki köşesinde 25 Eylül'de yayımlanan "Kitap Oyunları" yazısında, Orhan Pamuk ve Ahmet Altan'a çatarak, "Türkiye'de ilk baskısı 50 bin olacak kitap yok" demek gafletinde bulundu.
Emin Çölaşan da, bu yazarları tek satır dahi okumadığı her halinden belli olan yazısında, yüzbinlerce okuru hakir görerek, kinini kusmayı uygun buldu. Üstelik de, Orhan Pamuk'u hedef alan 3 yıl önceki benzer bir yazısından dolayı "iftira" suçundan 2 milyar lira tazminat ödemeye mahkum olduğunu gizleyerek!
Orhan Pamuk ve Ahmet Altan'a 50 bin rakamını bile çok gören Çölaşan'ın çoktandır sokağa çıkmadığı belli. Büyük kentlerin ana caddeleri üzerindeki tezgahlarda satılan Pamuk ve Altan'a ait binlerce "korsan kitap", bu hesaba hiç dahil değil. Anlaşılan sayı saymayı hiç bilmiyor.
Engin Ardıç’a
Tartışmaya en biçimsiz yerden Star gazetesi yazarı Engin Ardıç girdi. "İtinayla kadın ruhundan anlanır!" başlıklı yazı, üslubu dolayısıyla, en hafif deyimiyle "iğrenç" bir bakış açısını yansıtıyor. Okuyanlar, Ahmet Altan ile röportaj yapan kadın gazeteciler ve "Aldatmak"a değinen kadın köşe yazarlarının nasıl aşağılandığını görürler. Ben, o satırları buraya almaktan utanç duyuyorum.
Engin Ardıç da kitabı okumayan çok bilmişlerden. Ahmet Altan ile kötü röportaj yapan kadın gazetecileri bahane edip, hayatında tek bir satırına göz atmadığı yazara çatıyor. Neymiş? Bu satışlardan kitapçı da memnunmuş, çünkü Ardıç'a göre -afedersiniz- "Bok da yazsan, müşteri aldığı sürece o kitap iyidir!"...
Okur da payını alıyor hakaretten: "Kötü aşk romanı okuyan, az eğitimli, azıcık da sol eğilimli yarı-aydın kitlenin büyük çoğunluğu kadın ya, orada esaslı bir 'pazar potansiyeli' var. Bunu elbette değerlendirecekler. Çünkü amaç, mal satmak."
Sanıyorum, Engin Ardıç'ın yayıncılık dünyasıyla tek ilgisi, ara-sıra hafta sonları İstiklal Caddesi'nde yürürken, ister-istemez kitapçıların önünden geçmekle sınırlı. Buradaki raflarda gördüğü binlerce kitaba "avakado" gözüyle baktığı da su götürmez!
Özdemir İnce’ye
Tartışmaya edebiyatın içinden katılan nadir isimlerden biri olan şair ve eleştirmen Özdemir İnce’nin 29 Eylül’de Hürriyet Pazar’da yayımlanan “Bir Magazin Romancısı: Ahmet Atlan” adlı yazısı ise tam bir felaket! Özdemir İnce, Ahmet Altan’ın Sabah gazetesinde yayımlanan röportajına dayanarak, yazarı “pembe roman yazıcısı ve bezirgan” ilan etmiş. Tabii, kolayca tahmin edeceğiniz gibi, bu deneyimli yazar ve eleştirmenimiz de “Aldatmak”ın kapağını dahi açmaya tenezzül etmeden kitap hakkında fal bakanlardan! Ahmet Altan’la yapılan gazete röportajı yeterli gelmiş O’na.
Ama keşke Özdemir İnce, “Tehlikeli Masallar”, “Kılıç Yarası Gibi” ve “İsyan Günlerinde Aşk” gibi ölümsüz romanları okusaydı. Fethi Naci bile, tıpkı Özdemir İnce gibi önceden küçümsediği Ahmet Altan’ın “Kılıç Yarası Gibi” adlı yapıtını okuyunca eski fikirlerinden vazgeçti. Hatta Fethi Naci’nin jürisinde yer aldığı “Yunus Nadi Roman Ödülü”, Ahmet Altan’ın bu yapıtına verildi. Ayrıca, yıllardır “Türkiye’de kitap okunmuyor” diye feveran ettikten sonra, okunup beğenilen romanlara saldırma güdüsünü anlamak ve okura açıklamak çok zor.
Eminim, Özdemir İnce “Beyaz Geceler”in yazıldığı dönemde yaşasaydı, Dostoyevski’yi de “sabun köpüğü romancı” olarak nitelerdi!
Ve Ahmet Altan’a
En çok lafım da Ahmet Altan’a. Çok iyi, hatta benzersiz bir romancı. Ama kapı kapı dolaşıp abuk-sabuk sorulara cevap yetiştirmek zorunda mıydı?
Ahmet Altan’da beliren, karakterlerin kelimelerin o büyülü dünyasında canlandırılması, ustalıklı bir anlatım ve sürükleyici kurgu, ta “Tehlikeli Masallar”dan başlayarak, son romanı “Aldatmak”a kadar etkileyici bir atmosferde sürüp geldi.
Ama itiraf etmek lazım ki, anlatımdaki bütün ustalıklara rağmen, diyelim diğer son üç romanına 10 üzerinden 9-10 puan vermek mümkünken, “Aldatmak” ancak 6-7 puan alabilecek güçte bir roman.
Kitapta kurgusal anlamda gözle görülür zaaflar ve maddi hatalar var. Hani, tarihi bir filmde at üzerindeki kahramanların kolunda “Rolex” marka saat bulunması gibi. Roman, aceleye geldiği izlenimi veriyor.
Nedir bu hatalar?
Romanın kahramanı Aydan, iş arkadaşı Hasan ile bara gidecek. Romanda bu bölüm, “…Hasan’ın bir ev fiyatına aldığı yeni arabasına bindiklerinde Aydan gülümsemişti” diye başlıyor ve bardaki sohbetle sürüyor. (sf. 44)
İki içki içtikten sonra (İki kadeh demek istiyor herhalde yazar), Aydan “Benim gitmem gerek artık” diyor ve –sıkı durun- “İlkyaz akşamlarının o huzurlu alacasında arabada tek başına eve giderken radyoda çalan şarkılara eşlik ediyor.” (sf. 46)
Kahramanımız bara erkek arkadaşının arabasıyla gitti, ama nasıl bir hokus-pokus olduysa eve kendi arabasıyla döndü! Acaba bara giderken iş arkadaşının arabasının arkasına mı bağlamıştı kendi arabasını? Okur nasılsa ‘dalgın’ ya, yazıver çalakalem, gitsin! Böylesine acemice bir kurguya ve unutkanlığa pes doğrusu!
Gelelim romandaki kurgusal çelişkiye. Ahmet Altan, Aydan’ın mimar Cem ile yaşadığı yasak ilişki nedeniyle bunalıma girmeye başlaması karşısında bir çıkış arıyor ve bunu Aydan’ı “kleptoman” yapmakta buluyor. O ana dek kendi mecrasında ilerleyen roman, birdenbire bambaşka bir akışa giriyor. Aydan –sözde- aldatmakta bulduğu heyecanı, oturdukları sitedeki kişilerin evlerinden ufak-tefek süs eşyası ve benzer şeyler çalarak sürdürmek istiyor. Buradaki “zorlama” kurgu, okuru tedirgin edici türden. Öyle ya, romanın baştan beri kişilik sorgulaması, bunaltı, cinsellik-aşk ikilemi içinde süren izleği (eyvah, Ahmet Altan bu sözcüğü hiç sevmez!) bir anda ivme değiştirip farklı bir kanala taşınıyor.
Neden?
Çünkü o ana kadar son derece rahat bir üslup ve dil kullanan yazar, sonuca yaklaşırken tıkanıyor. Öyle ki, kendisini aldattığını Aydan’dan öğrenip ilişkilerini yeniden onarmayı deneyen doktor koca Haluk, daha o ana kadar hastanede başhekimlik mücadelesi verirken, bir anda çevre değiştirip İstanbul’dan kaçmayı öneriyor karısına. Meğer çoktandır İzmir’deki bir klinikten teklif varmış kendisine!
Oysa roman boyunca Haluk eşinden hiçbir şeyini gizlemeyen biri. Ama romana inandırıcı bir “son” bulma telaşı, aceleye gelmiş bir kurguyu da eklemliyor yapıta.
Anlaşılan, Ahmet Altan romana başlarken kadını sonunda kleptoman yapacağını hiç düşünmemiş olacak ki, yapıtın son sayfaları “yapıştırma” bir sahicilik taşıyor.
Son olarak: Ahmet Altan’a –haddim olmayarak- bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Altan, bir televizyon konuşmasında, “manikürcü kızlar ve tezgahtarlar için yazmak istediğini” belirterek, aydınlardan, eleştirmenlerden yakınıyordu. Ama unuttuğu bir şey var: Kendisi televizyon televizyon, dergi dergi gezip hafta sonu eklerine bu derece “fiyakalı” pozlar verir ve cilalı sözler ederse, karşılaşacağı eleştirilerin seviyesi de –tıpkı Altaylı, Çölaşan, Ardıç örneğinde olduğu gibi- manikürcü ve tezgahtar kızların dedikoduyla örülü dünyalarıyla benzer yan taşır.
Kıssadan hisse: Ne ekersen, onu biçersin. Hak etmesen bile.
Bilmem, anlatabiliyor muyum?
Varlık dergisi, Kasım 2002