TÜRKİYE’DE SOL’UN KÜLTÜR KİMLİĞİ
Türk Solu’nun -homojen olmasa bile- kendi bünyesinde belirli oranlarda uzlaşmaya vardığı bir kültür politikasının ve kültür anlayışının olmadığı gözlemleniyor. Homojenleştirici bir kültür politikasının kitle üzerindeki denetiminin ne derece “sağlıklı” olabileceği bir yana, bu durumun bizzat ideolojiyi hangi boyutlarda örseleyebileceği sorunu asıl tartışma konusunu oluşturuyor. Walter Benjamin, bu tür yapılanmalara karşı tavır alırken, “...Yaşamın kendisinin yerine, onun, dışımızdaki odaklarca estetize edilmiş replikasının yaşanabilmesinin mutlaklaştırılmış biçimi olan faşizm, modern toplumların ‘kitle kültürü’ içinde yaşayan insanları için artık, fazla uzaklarda olmayan bir olgudur. Aradaki farklılık, faşizmin hayata kendi ölçülerine göre tam olarak biçim verdiği dönemlerde dışa karşı saldırgan bir kitle kültürü yaşamına geçilmekteyken, günümüzün olağan koşullarındaki kitle kültürü yaşamında mazoşist bir kültürün ağır basmakta oluşudur” (1) diyor ve modern çağda insanın artık hüzne sığındığını söylüyordu. (2) W. Benjamin’in “önceleri dışadönük, sonra mazoşist” olarak nitelendirdiği modern insan, bu yolla, kendisine sunulan kitle kültürüne bağımlı olarak sarsıntılı yaşantısını sürdürecek, toplumdaki altdengeler de buna bağlı olarak sağlanabilecekti.
Homojenleştirici kültür politikalarının kökeni konusundaki bu görüş oldukça ilginç çağrışımlara neden olabilir. (3) Bu önemli belirleme bir yana, Türk Solu’nun çeşitli kesimlerince benimsenebilmiş ortak bir kültür politikasının olmayışı, tarihsel geleneğine aykırı yanlar da taşıyor. Tarihsel geleneği içinde kimi kez egemen ideolojinin kültür sistemleriyle de iç içe olabilen, bunun ideolojik/kuramsal sorgulamasını yapmayı beceremediği için de bizzat yapısıyla çelişen Türk Solu, 1960’lardan sonra, gerek dünyada ve Avrupa’daki değişik radikal biçimlenmelerin etkisiyle yöneldiği heterojenleşme süreci, gerekse bu sürecin sonundaki 12 Eylül erozyonuyla birlikte, çokyönlü bir kültürel çelişkiyi iyiden iyiye özünde duymaya başladı. “Kültürel çelişki” kavramı, marjinal bir kültürlenmenin yüzyıllardır süren hissedilir varlığının bu çağdaki yansısını açıklamaya yeter mi, bilmiyorum. Bir toplumda, altkültür sistemlerinin “ulusal” denilen, aslında egemen ideolojiye bütünüyle koşut kültüre zaman zaman radikalce müdahalelerde bulunabileceği ortadayken; hatta, altkültür sistemlerinin görece egemen kültür anlayışına kıyasla temellenmiş bir yapılanma oluşturabileceği biliniyorken, Türkiye’de solun hala kitle kültürü türünden yönelimlere bel bağlamasının anlamsızlığı ortatadır.
Althusser, sanatın ideolojiye indirgenemeyeceğini; aksine, ideolojiyle özel bir ilişkisi olduğunu savunuyordu. (4) Türkiye’de ise tam tersine, sanatın ideolojiyi kabaca teşhir etmek için icat edilmiş bir “sahne” olabileceği savı yaygınlık kazanmıştır. Bu ‘kanı’, zamanla öylesine değişik yönelimlerin manifestosunu oluşturmuştur ki, kaba bir ideoloji için sanat görüşü, kendisiyle bile çelişebilecek denli karşıt kuramların sistemleriyle benzeşmeler içermiştir. Çağın mazoşist insan tipi, sol ideoloji adına -fakat sığ ve derinliksiz olarak- estetize edilmiş, acı ve fetişizm adeta sol kültürün ana temaları haline getirilmiştir. Özellikle şiirde ve halka daha çabuk/yaygın ulaşabilen müzikte, yıllardır, kimden icazet aldığı belli olmayan, ama “halkımız için” yazan ve söyleyen önemli bir kesim, sol ideolojiden bağımsız -fakat “sol adına”- özerk bir kitle kültürü yaratmıştır. Daha çok, bir dönemin “hızlı”, şimdilerin ise “mazlum külhanbeyi” solcusunun “iman tazeleme” seanslarına aracılık eden bu mazoşist içerikli özerk sol kitle kültürü, zaten doğru-dürüst bir altkültür olma çabasına girişemeyen Türkiye’deki sol düşünce için önemli bir durak olmuştur. Şimdilik bu durakta beklemekteyiz...
Başa dönelim: Solun nitelikli bir altkültür olabilmesi için öncelikle bir yaşama biçimi haline gelmesi gerekiyor. Kurumları, pratikteki deney ve deneyimleri, tarihsel geleneğiyle sol kültür, varolan egemen ideolojinin yalnızca tüketimi ilke edinmiş ve bir uyuşturucu niteliği taşıyan kitle kültürüne karşı ilk önemli seçenektir. Solun pratik içinde kültürlenme süreci yaşayan kitlesi, belki sıradan ama mutlaka nitelikli bireyleri içinde barındırdığı ölçüde ideolojisi “pür-u pak” olarak geliştirebilecektir. Solu kültür alanında sınırlayabilecek hiçbir ölçüt bulanmadığına, hele hele “daha güzel bir dünyanın estetiği” ancak o dünyaya inanan insanların katkılarıyla gerçekleşebileceğine göre, bugün Türkiye’de özerk bir kitle kültürü yaratmayı başaranların “ideolojik yanılgıları” ortadadır. (5)
Türkiye’de solun kültür kimliğine ‘arabesk’ ibaresini rahatça yakıştıranların ideolojik yakışıksızlığı, uydurdukları fetişçi, mazoşist metinlerle “sabittir”. Burjuvazinin estetiğini çoktan aşması gereken Türkiye sol kültürü, burjuvanın doğuş çağının bir öncesindeki dönemde emeklemektedir. Türkiye’de nitelikli bir burjuva kültürü olmadığı için bu konuda “rakipsiz” gibi görünen sol, zamana karşı yarışında ne yazık ki başarısızdır!
Bunun birçok nedeni var. Öncelikle, yüzyıllardır süren marjinal kültürlenme sürecinin toplumda yarattığı içedönüklük psikozu sol ideolojiye de yansımış; 60 yılı geçen Cumhuriyet dönemi de henüz bu saplantının aşılmasını sağlayabilecek olgun bir ortam hazırlayamamıştır. Türkiye solunun, kültür ve sanat konusundaki yeni yönelimlere, ideolojik süzgeçten geçirerek savunacağı değişik alanlara gereksinimi vardır. Cumhuriyet döneminden bu yana süren “feodal tarz”, artık yerini, insanın varolan toplum yapısıyla ve hatta kendisiyle çeliştiği noktada yakalanabilen ayrıntılara, bu ayrıntıların zenginleştirildiği eleştirel bir söyleme bırakmalıdır. Sol kültürün kendisini insan ve toplumun hiçbir sorunundan ayrık tutmaya hakkı yoktur. Bu, açıkçası, yaşamdaki gizli/açık, söylenebilen/saklanan ve tabu haline gelmiş her konuda solun kendi tezini ortaya koyabilmesi demektir. Sol, madem ki insani olan her şeyi kendisine maledebilmektedir, o halde cinsellik/eşcinsellik konusundan kadın sorununa, kültürel yabancılaşmadan popülerizme dek her çağcıl konuda kendi kültür kuramını tabusuz ve eksiksiz oluşturmalıdır. Sol kültür, ancak bu biçimiyle kitle kültürünün homojenleştirdiği insanlara ulaşabilir. Yüzyıllardır süren içedönüklük psikozu, insanların, kendilerini ve toplumu “merkezinde insani duyarlılığın hüküm sürdüğü” geniş bir çerçeve içinde tanıyabilmeleriyle aşılır.
Toplumda kültürel yaşam öbeklerini belirleyen altdengeler (siyasa, gelenekler, yaşam tarzları, farklı ideolojiler) bir anlamda genel toplum yapısının modelini çizmektedir. Genel toplum yapısı, bu açıdan, kültürel bir heterojenleşme sürecinin belirlediği normların etki derecesine bağlı olarak sürekli gel-gitlerin yoğunlaştığı bir ilişkiler bütününe bağımlıdır. Altkültürler ise bu ilişkiler bütününe genelde muhalif bir yapılanma içinde, yüzeysel olarak bütüne bağlı bir parça işlevi görmekle birlikte, kendi normlarını ve yaşantı tarzlarını oluşturabilmiş özgün öbeklerdir. Dengeli bir görenekleri, somut tarihsellikleri ve homojen içerikte gelenekleri vardır. Kendilerine özgü davranış ve yaşantı tarzları, ancak başka bir kültür öbeği ile ortak çıkarlar söz konusu olduğunda görece değişir ya da adaptasyona uğrar.
Türkiye’de altkültürler, büyük oranda, egemen kültür anlayışına adapte olmuş ya da kısmen egemen ideolojinin belirlediği normlar çerçevesinde “yozlaşmıştır”. Toplumda bir mozaik olmaktan çok, farklı politikaların farklı çıkarlarını barındıran altkültürler, özellikle büyük çaptaki toplumsal değişimler karşısında yapısal değişime uğramışlardır.
Önceleri “kültürel vulgarizasyon” süreci yaşayan altkültürler, sonraları tamamen egemen ideolojinin kültürüne bağlı biçimde revize olmuşlardır. Kültürel vulgarizasyon, bir kültür sisteminin, varolan normlarını ve geleneğini yavaş yavaş terkederek, özüne aykırı yapılanmalar oluşturduğu geniş bir yozlaşma sistematiğidir. Türkiye’de sol, ülke içindeki deneyimleri ve dünyadaki tarihsel birikimle oluşturduğu altkültür olma çabasını, büyük oranda , kültürel vulgarizasyonun etki derecesiyle birlikte en aza indirgemek zorunda kalmıştır. Sol, bu açıdan ikiye, hatta daha fazla öbeğe ayrılmış, kendi içinde de altkültür sistemleri geliştirmeye başlamıştır: Bir yanda “feodal tarz”ın tüm şiddetiyle hüküm sürdüğü vulgarize olmuş kültürel öbek, diğer yanda Batılı anlayışta bir kültür modelinin kuramsal yanıyla ilgili ‘aykırı’ kesim, öte yanda da bu ikisi arasında bocalayan, kültürel çelişkiyi içinde iyice duyan öbek... Aslında bu durumun, Doğulu-Batılı ikileminde ortaya çıkan çelişkilere ve uzlaşmazlıklara bağlı olarak oluştuğu da gözönüne alınması gereken bir gerçek. (6)
Toplumda kültürel vulgarizasyonadan -yapısal anlamda- bir darbe almadan çıkabilen öbek için bile hemen belirlenmiş yeni bir seçenek olmadığına göre, kitle kültürünün aşılması için Türkiye’nin daha çok uzun süre bu sancıyı yaşayacağından emin olmalıyız. “Kaldırdığı cenazelerin görkemiyle avunan” geçmişteki sol kültür kendini yeniden modernize etmediği sürece, kültürel vulgarizasyon süreci işleyecek, burjuvazinin kültür sistemleriyle yapısal anlamda iç içe yaşayan bir özerk sol kitle kültürü varlığını kör-topal sürdürecektir.
Sosyalist kültürün, spontane olarak belirmeye başladığı dönem dışında -ki, bu dönem bile kendi özgün kültür politikası için sola birikim olanağı verebilmiştir- ancak burjuvazinin neden olduğu yapılanmalara koşut biçimde oluştuğu söylenebilir. Bir tür “alternatif” kültür politikası üretmek zorunluluğu, solu her zaman sınırlı düzlemlerde kültürlenmeye itmiştir. Bir bakıma, burjuvazinin estetiğine karşıt olan ne varsa, solun “himaye alanı”na girmiştir! Bir yığın yanılsamaya da neden olan bu zorunluluk, özellikle “sosyalist gerçekçilik” akımının olumsuz saplantılarına zemin hazırlamıştır. Sosyalist kültürün yaratabileceği yaşam tarzı, adeta, burjuvazinin yaratabildiklerinin sınır berisine çizilmiştir. Yeni yeni aşılmaya çalışılan bu “zorunlu yanılgı”, sosyalist kültürlenmeyi belirli alanlarda kilitli tutmuştur. Kuramsal düzeyde -özellikle Batı’da- ön plana çıkarılan seçenekler ve eleştiriler de, azgelişmiş ülkelerin yapısıyla çelişebilen yönelmeleri ve “lüks”ü içerince, solun kültürel etkinlik alanı yalnızca “doğrudan üretim merkezleri”ne kaymıştır.
Sosyalist kültürlenmenin aşağı yukarı belirlenmiş bir resmi başlangıç tarihi olmamakla birlikte, Sanayi Devrimi’nin, kuramsal anlamda bir kültür politikası oluşturabilmesi için sola pratik olanak tanıdığı söylenebilir. Sanayi Devrimi’nden günümüze değin süren aşamaların vardığı nokta hala birtakım belirsizlikleri içinde taşımasına karşın, sosyalist kültürün büyük oranda “incelmeye” başladığına, artık kendi yaşam normlarını özgürce ortaya koyabildiğine tanık oluyoruz. Sosyalist olmayan bir toplumda bunun zorluğu ortada. Özellikle pratik içinde yaşanan bir yığın karmaşanın hemen tanımlanması ve yerli yerine oturtulması zorunluluğu, “kendine yabancı bir düzen”de yaşayan sol bireyler açısından önemli sorunları gündeme getirmekte. Belli bir tarihsel birikimi içinde taşıyan sol için, bu birikimin ne ölçüde kullanılabileceği sorunu da kuramsal düzeyde tartışılmalıdır. Solun özellikle Türkiye’de yaşadığı başlıca sancı budur. Sosyalist bir kültürün, çizebileceği bir sınırı olmalı mıdır, yoksa bu sınır insanı ilgilendiren her değeri kuşatacak denli geniş, özgür ve aynı oranda karmaşık bir “mevzi”ye mi dönüşmelidir?...
Sol kültür, insansal, ahlaki, cinsel ve estetik açıdan, varolan tüm egemen kültür anlayışlarından daha yoğun, duyarlı ve eksiksiz bir yapılanmayı içermelidir. Tarihsel birikimini özgür kuşaklara örselenmeden, fakat eleştirellik süzgecinden geçmiş biçimiyle aktarabilmesinin önkoşulu da budur.
Edebiyat
Edebiyat Dostları, Aralık 1987, Sayı: 8
NOTLAR:
(1) Walter Benjamin, Estetize Edilmiş Yaşam, Dost Kitabevi Yay., Ankara 1984, Çeviren: Ünsal OSKAY, sf. 50.
(2) A.g.e., sf. 163.
(3) Sol bir kitle kültürü oluşturabilmenin “manifestosu” daha 1979’larda hazırlandı. Engin Ergönültaş, “Arabesk” sorununu irdelerken, şunları önerdi: “...Minibüs müziği denen müzik türünün böylesine korkunç bir hızla yaygınlaşabilmesinin altında, bu müzik türünün içerdiği çeşitli motiflerin toplumumuzun yapısıyla bir “denk düşmesi” durumunun varolduğunu belirttik. Hızla yaygınlaşabilmek, mesajını kitlelere ulaştırmak isteyen ilerici bir sanatçı “bu müzik biçiminin” içerdiği, kitleleri kendine kolayca ısındırmayı becerebilen motifleri bilinçli bir biçimde kullanamaz mı? (...) Komünist partilerin yayımladığı magazin, moda, çocuk dergileri bile var. Yığınları burjuvazinin etki alanına bırakmak yerine, her alanda yer alıp kitlelerle çok yanlı ilişkiler kurabilmek çok önemli bir görev.” (Devrimci Savaşımda Sanat Emeği, Mayıs 1979, sayı:15, sf. 16)
Türkiyeli sanatçının, işinin kuramsal yanıyla ne ölçüde ilgilendiği ortada değil mi?...
(4) Terry Eagleton, Edebiyat Eleştirisi Üzerine, Eleştiri Yay., İstanbul: 1983, sf. 29.
(5) Ahmet Oktay, bir gerçeği saptıyor: “Sol söylem 1969’lardan bu yana hemen hemen tüm çözümlemelerini bir aldatılmış kitleler varsayımı üzerine temellendirmektedir. Oysa aldatılmış varsayılan insanlar, özgül ve somut koşulları içinde kendilerince düşünebilen, düşüncelerine göre davranan farklı ama somut bireylerdir. Dolayısıyla durumlarını ve bilinçlerini anlık ve radikal müdahalelerle hemen değiştireceklerini ummamak gerekir.” (Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, B/F/S Yay., 1986, sf. 16)
(6) Kültürün, yalnızca varolan değerleri koruma amacı taşımadığının; yeni yönelimlere girmesi ve kalıcı olabilmesinin “değişme dinamiği”ne de bağlı olduğunun anlaşılması gerekiyor. Bir yandan, maddi kültürün önemli oranda kazandırdığı yeni tip yaşantı örüntüleri, diğer yandan geleneksel kültürün tutucu öğeleri, hem toplumda marjinal insan tipi yaratıyor, hem de pek çok çelişkinin gündeme gelmesine neden oluyor. Marjinal insanlar, bir yandan geleneksel kültürlerinden “ödün vermeme” uğraşını bir tutucu süreç biçimine dönüştürürlerken, diğer yandan, yeni sanayi kültürü bu insanlara kendi özelliklerini kabul ettirebiliyor. Çağımız insanının bu “trajik kabulü”, aynı zamanda, yenileşmenin -özellikle sol kültür açısından da- zorunlu bir süreç olduğunu önemli biçimde duyuruyor. Bir toplum, altyapısal değişimine kültürel dinamiğini eklemleyemediği zaman ise geriye marjinal insan ve toplum tipleri kalıyor.