ŞÜKRÜ ERBAŞ’TAN: "İNSANIN ACISINI İNSAN ALIR"

 

 

     "Sevmek, bizim kendimize ve dünyaya karşı giriştiğimiz hırsızlığa, kendi gücümüzle karşı çıktığımız biricik haklılığımızdır" sözleriyle başlıyor Şükrü Erbaş´ın "İnsanın Acısını İnsan Alır" adlı kitabı.

     Küçük Acılar (1984), Aykırı Yaşamak (1985), Yolculuk (1986), Kimliksiz Değişim (1992), Bütün Mevsimler Güz (1994) ve Dicle Üstü Ay Bulanık (1995) ile Seçilmiş Şiirler (1994) başlıklı şiir kitaplarından sonra, Şükrü Erbaş bu kez yazılarıyla, daha doğrusu şiirsel düzyazılarıyla çıkıyor okur karşısına. Kitapta, deneme/şiirsel düzyazı türünde toplam 29 yazı ile 5 söyleşi yer alıyor.

     Doğrusu, şimdiye dek edebiyat dünyamıza şiirleriyle damgasını vurmuş bir şairin böylesi yazılarını görünce, şiirin yuvasına sığamamış, ancak şairin kalbinden de kopamamış düşünce ve duyguların biraraya geldiğine tanık oluyoruz. Öykü ile deneme arası bir renk taşıyan, tadında da dile gelmesi ertelenmiş sözlerin yer aldığı bu metinler, bir bakıma Şükrü Erbaş´ın bilinçaltı fısıltıları... Bu fısıltılarda, aşkın, işgalin, ayrılığın, yalnızlığın ve bunaltının izleri var:

     "En çok akşamları duyuyorum zamanın acısını. Bir kandilin yağı bitmiş de fitili yanıyormuş gibi garip bir is kokusu yayılıyor eşyalardan. Eskimeyi hiç bu kadar yakın ve yoğun yaşamamıştım. Duvarlar bir sünger gibi emiyor gün boyu sokaklardan topladığım sesleri. Işık, sevinç ve hareket yerini koyu bir gölge, bir dip yalnızlığına bırakıyor. Geriye bir iç çekiş, bir uğultu, bir sayıklama gibi kendi sesim kalıyor, aynalara buğular düşüren".

     Şükrü Erbaş, tüm bu içsızılarını cesurca aktarırken, toplumsal duyarlıktan da kopmuyor: "Halk mı?.. Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa benziyor gittikçe..."

     İçsel diyaloglar, yalınkat bir gerçeğin ötesinde, kurmaca ile somut arasında gidip gelen bir ilmik halini alıyor Şükrü Erbaş´ta:

      "Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi".

     "Bir duygu avcısıdır şair" Şükrü Erbaş´a göre, "Aralık kapılardan, kirpik uçlarından, çatı pervazlarından, kimi gün bir ince mavi, kimi gün güz rengi bir hüzünle süzülen ayrıntıları, göğsündeki görünmez kuyulara doldurur bir bir". Bu belirleme, Erbaş´ın gizini de eleverir bir bakıma: Yaşam onu avutmamakta, adeta yalnızlaştırmaktadır:

     "Yüksek sesle konuşan, asık suratlı bir kalabalık içinde bir sessizliği onarmaya çalışmaktan sindi üstüme, bu ezilmiş gül rengi acemilik. Bir kirlenmeden korumak için susarak yaşadığım her şeyin bir yenilgi olduğunu çok sonra öğrendim. Benim, kıyısında bir saygıyla beklediğim olanak, başkalarının çiğneyip attığı bir sıradanlıktı".

     Kendisini "bir beşinci mevsim simyacısı" olarak da tanımlayan Şükrü Erbaş´ın, ayrılık ertesi yazdığı şu satırlar, duyarlığının boyutlarını da açığa çıkarıyor:

     "Ne yapacağımı sanıyorsun ki, tenin tenime bu kadar sinmişken; ömrüm azala azala akarken önümde; gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken... Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım".

     Bir şairin dizelerine yansıyamayan her gizi, itirazı ve kırıklığı, işte böyle düzyazı yoluyla da olsa bir yerden patlıyor! Galiba, şairin içinde biriken volkanı, kendisi göstermeden farketmek çok zor, hatta olanaksız...

 

 

Cumhuriyet Kitap, 1996

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli