BENİM İÇİN SONRASIZLIK...
Çok az kişinin yaşayabileceği güzel bir çocukluk geçirdim. Babamın memur olması nedeniyle uzun süren taşra yolculuğunda, O'nun Kore Savaşı'nın hemen ardından askerlik görevi için gittiği Kore ile yakın diye uğradığı Japonya'dan getirdiği oyuncaklar başta olmak üzere ömrümün hemen her döneminde istediğim her şeye -en başta kitaplara- sahip oldum sayılır.
Babam öyle 'garip' ve 'uçuk' biriydi ki, kaldığımız her yerde farklı olduğunu hissettiren görünmez bir etki alanı bırakırdı.
Çocukluğumun ilk yıllarında O'nu hep özledim. Taşra kasabalarında arkadaşlarıyla geceyarılarına kadar süren sohbet toplantıları nedeniyle geciktiğinde, sabahları yastığımın altında mutlaka bir çikolata olurdu. Kendini affettirmenin küçük bir yöntemiydi bu. Yanlış olup olmadığını hiç tartışmadık.
Çok sonraları iki kardeşim daha dünyaya geldi. Lise öğrenimi için annemden, babamdan ve kardeşlerimden ayrıldığımda henüz 17 yaşındaydım. Bir daha da, yaz ve yarıyıl dönemleri dışında hiç biraraya gelemedik.
Ama büyüyüp de 'aklı başında' biri haline gelince, babamla olan dostluğumuzu farkettim. O'na karşılıksız aşklarımdan bile söz ettim. Geceler boyu süren içkili sohbetlerimizde hep sakince dinledi beni. Korkunç bir mizahi yönü vardı. O'nunla birlikte sohbet edip de hayran kalmayan yok gibiydi.
10 yaşında sigaraya başlayıp 20 yaşında bıraktığını söylerdi. Öyle garip bir adalet anlayışı vardı ki, şaşmamak mümkün değil. Ailesi, küçük bir kasabadan lise öğrenimi için babamı Ankara'ya gönderdiğinde, koşullar zorlanarak, lazım olur diye yanına altın bilezikler verilmiş. Babamsa, trende rastladığı çok daha yoksul bir aileye armağan etmiş o altınları... Bazen abartılı bir film sahnesi gibi geliyor bunlar bana.
Daha ben ilkokuldayken başta Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve yabancı klasiklerden oluşan kitapların yer aldığı kütüphanem hazırdı. Babam o kitapların çok azını okumuş, ama ileride bizim yararlanabileceğimizi düşünmüştü. Dönem, 1970'li yılların henüz başı...
İşi konusunda inanılmaz derecede titizdi. Sabah saat 06.00'da kalkar, yoğun işlerini biraz olsun hafifletmek için erkenden daireye giderdi. Sabahları kesinlikle kahvaltı etmez, aç karnına sade bir Türk kahvesi içerdi. Bugüne kadar hiçkimsede rastlamadığım derecede güzel ve özenli bir elyazısı vardı. Hele oldukça orijinal olan imzasına hayran kalmamak elde değildi.
Üniversitede okumak üzere Ankara'ya gittiğimde de sürdü dostluğumuz. Müziği ve eğlenceyi çok severdi. Her gece içerdi. Bir yaz döneminde
Çanakkale'deki bir aile dostumuzu ziyaret etmiş, oradan da ünlü besteci Teoman
Alpay'ın amatör bir stüdyoda kendi sesi ve udu ile gerçekleştirdiği kasedi ele geçirmişti. O ölümsüz şarkıları geceler boyu dinledik. Ben hala dinliyorum...
Belki burada anılması gereksiz bir ayrıntı ama çok zor durumda kaldığı dönemlerde bile beni parasız bırakmadı. Mersin'e bavullar dolusu kitapla
geldiğimde hiç kızmadı, teşvik etti. Hiç yüzüne bakmadığı halde, yaz tatillerinde ben yataktan kalkmadan Cumhuriyet gazetesi masada hazırdı. Özellikle şiir yazmamı hep derin bir saygıyla karşıladı.
Gizli ve ortaya konulmamış bir dostluktu bizimki. Hiç itiraf edemedik bunu birbirimize. Şimdi geriye dönüp baktığımda, keşke daha çok konuşsaymışız diyorum.
Evet, şarapla, rakıyla, bazen birayla, kendi hazırladığı o güzelim salatayla ve mutlaka müzikle süslenen o uzun geceler artık yok. Babam, tıpkı her zaman yaptığı gibi, yine kendine özgü bir şakayla ayrıldı aramızdan: 27 Nisan 1991.
Ölümünü duyduğumda inanamamıştım, hala da inanamıyorum. Siz hiç iki kolla yaşadığınız halde, tek kolunuz varmış gibi hissettiniz mi kendinizi? O boşluk hiçbir zaman kapanmayacak galiba. Kimisi, babası öldüğünde yılların yorgunluğunu hisseder, kimisi de yaşamın acımasızlığını. Ben, içimde taşıdığım bir dünyanın ansızın yok oluşunu, sonrasızlığı farkettim.
Çok sonraları, İzmit'teki yalnız gecelerimde, müzik ve içki eşliğinde kendi kendime kaldığım zamanlar anladım o yokluğun acısını. "Sonrasızlık" şiiri de o dönemin ürünüdür.
Dünyaya bir daha geleceğimi sanmıyorum; en azından bütün mucizeler peşpeşe yaşansa bile, biliyorum ki babam artık hiç olmayacak... O gün bugündür, ne zaman içkiye otursam, masadaki o dayanılmaz boşluk hemen hissettirir kendini. Söyleşilerde yavan bir yön kalır, eksik bir şarkı mırıltısı duyulur, tepemizdeki lamba biraz daha loştur. Ve en mutlu gecem bile olsa anılar mutlaka gözlerime üşüşür.
Bugün 26 Eylül 1996 ve ben 33 yaşındayım. Bundan ancak 22 yıl sonra ulaşacağım babamın yaşına. O gün O'nunla daha bir arkadaş olacağız gibi geliyor.
Ama sonrasızlık üşütüyor, hep üşütüyor, çok üşütüyor...
SONRASIZLIK
-babama-
Çok mu uzar gecenin kendini kanıtlaması
bir yağmur tanesi hızını kesmişken sağnakların?
Oysa sen deniz ortasındaki şaşkınlığımsın
Rüzgara da küstüm, küstüm işte, kimse bağışlamasın
Şarkılardan kaçışım hep bundan.
Siz hiç bahara çiçekten yoksun girdiniz mi?
Benim kalbimin yarısı yaşadı bunu
Diğer yarısı da anılarla incindi.
Susmakla başlayan her elveda bir çerçeve parçalar
Duvara sığmayan görüntüdür hüzün
Kuşların olağan göçü sanırız
Meğer ki bir çiçek kendini erken soldurmakta...
Artık belaysa gecenin kendini aldatması
Yıldızlar hep yanlış yörüngeye dağılır
Bir bıçak darbesidir uçurum dipleri de
Kanattıkça çiçeklere eksik renk bağışlayan...
Gidişini sorsam, zamansız bir yaprak dökülür takvimlerden
Gel diyemem, yüzlerce mum birden söner kalır içimde.
Pencere dergisi, Temmuz-Ağustos 2000, Sayı: 23