ELEŞTİRMEN: SAHADAKİ  İBNE  HAKEM!

 

 

     Öyle görünüyor ki, daha kaç yıl ve belki de kaç yüzyıl geçerse geçsin, bir türlü genlerimizden silinemeyecek özgün bir önyargıyı hep taşıyacağız: Eleştiriye tahammülsüzlük! Bu gerçeklik, ne sadece gelişmişlik düzeyimizle ilgili bir yönseme, ne de yakamızı kolayca bırakabilecek bir virüs... Katlanamıyoruz!

     Biraz soğukkanlı ve uzaktan -ya da mesafeli diyelim- bakacak olursak, sorun kendisini epeyce net biçimde gözönüne seriyor aslında: O her şeyden üstün süper-ego'muz, bir türlü 'görece' nesnel değerlendirmelere sıcak bakamıyor.

     Hele son gelişmelere baktığımızda, bu duruma somut tepki gösterildiğini de gözlemleyebiliyoruz: Metin Celal, uzun süredir Varlık'ta yazdığı ''Şiir Notları''na, bu tahammülsüzlük ve anlayışsızlık nedeniyle, Ekim 1997 tarihinde son verdiğini açıkladı! Benzer bir davranışı Aydoğan Yavaşlı da gösterdi ve Damar dergisinin Eylül 1997 tarihli sayısında, ''Vallaha ben, doğru bildiğini pattadak söyleyen, aslında patavatsız biriyim. Ailemden, öğretmenlerimden böyle bir terbiye almışım. Kafamın basmadığı şeyi kim yapsa söylerim. Böyle yaptığım için birçok dost'u yitirdim. Artık daha fazla yitirmek istemiyorum. Şimdi topluca ve son kez yitiriyorum. Alsınlar, dünya'larının hayrını görsünler. Ama bilsinler ki, Aydoğan Yavaşlı artık yazar değil. Onların okuru da değil. Ha, şu geçen 11 yılda kalplerini kırdıklarımdan özür diliyorum. Gammaz, dedikoducu, arkadan vurucu şarlatanlara ise teessüf ederim. Bir dahagörüşmemek üzere!" sözleriyle eleştiri yazılarına veda ettiğini bildirdi.

     Ne ilginç rastlantı ki, yıllardır ''kıran kırana'' eleştiri yazamamaktan mustarip ben, tam da bu kararlardan az önce, eleştiri alanına iyiden iyiye dönme cüretinde bulunmanın derin hazırlıkları içindeydim!

     Bu konudaki oldukça somut bazı örneklere geçerken, öncelikle Metin Celal ve Aydoğan Yavaşlı ile olan eleştiriye ilişkin iki sıcak anımı aktarmak istiyorum: Aydoğan Yavaşlı, Ankara'da çıkan ''Karşı'' dergisinin önceki yıl yayımlanan bir sayısında, önce Çiller Ailesi'nin ABD'deki malvarlığı ve çiftliklerinden epeyce söz ettikten sonra, konuyu benim şiirlerime getirerek, bu şiirlerde imge yoksunluğundan söz etmişti. Örnek olarak gösterdiği dizeler ise bir şiirimin orta bölümünde yer alan ve birkaç dizelik sabır gösterilse anlamını ve yerini bulabilecek özgün imgelerle örülüydü. Ama eleştirmen -artık hangi niyetle kaleme almışsa- bu yüzeysel değerlendirmesiyle bir anda tüm kitabı adeta mahkum etmişti!

     Bundan birkaç ay sonra İstanbul'daki kitap fuarında Aydoğan Yavaşlı ile karşılaştık. Eleştirisine herhangi bir yanıt vermemiştim ama içimde ukde de kalmıştı. Şair Şükrü Erbaş, ben ve Yavaşlı, Beyoğlu'ndaki Kafe Kafka'ya oturarak bir süre şiir konuştuk. O arada ben, Yavaşlı'ya, eleştirisinde haksız olduğunu; iddialarının aksine, çok fazla imgesel tonda dize yazdığım için -yakın çevrem tarafından- eleştirildiğimi söyledim. O ortamda yaptığımız uygarca tartışmayı şair Şükrü Erbaş da oldukça beğendi ve bunun herkese örnek olmasını diledi. Ama eleştirmen, yani hakem, bir kez düdüğü aleyhime çalmıştı ve bundan geriye de dönülmezdi! Nitekim, Yavaşlı'nın aramızdaki bu olumlu diyaloga ilişkin bir yazısını da bugüne kadar okuyamadım!

     Metin Celal ise Varlık'taki Şiir Notları'nda, benim ''çok şiir yazan ve yayınlayan '' bir şair olduğumu, aslında özgün imgelere yer vermekle birlikte aklında hep bu özelliğimin kaldığını yazdı. Bunun nedenini biliyordum: 1994 yılı Mart ayında yayımlanan ''Hoşbulduk Cehennem'' adlı şiir kitabım ile 1995 yılı Kasım ayında yayımlanan ''Aşkla Satranç''ı Metin Celal'e aynı anda ulaştırmıştım. Demek, birbirinden 1,5 yıl arayla yazılmış bu iki kitabın üst üste yayımlandığını sanmıştı! Hemen kendisini telefonla aradım ve bu iki kitapta yer alan toplam 54 şiirden başka irili-ufaklı 30 şiirim daha bulunduğunu, çok az yazdığımı ve toplandığı takdirde en fazla 90 şiire ulaşacak bu bütünün -1987 yılından bu yana yazıldığı dikkate alındığında- yılda ortalama 9 şiir olduğunu vurguladım. Hak verdi ve ''Az bileyazıyormuşsun!'' dedi, şakayla karışık. Metin Celal, bu alçakgönüllülüğünü masum bir yanlışlıkla da süsleyerek, Gösteri dergisinin 1996 yılına ilişkin şiir değerlendirmesinde, 1995 yılında yayımlanmış son kitabımı ''yılın kayda değer şiir kitapları'' arasında gösterdi!

     Bu öznel örnekler, aslında, yazar-eleştirmen ilişkisinin nasıl olması gerektiği yolunda ders alınması gereken önemli birer deneyim sayılır.

 

     Edebiyat Dostları...

 

     Gelelim, 1987-1990 yılları arasında yayımlanan ve Türk edebiyatında, eleştiri dünyamızda o güne dek var olan kalıpları ve tabuları kırmayı amaçlayan Edebiyat Dostları dergisinin yayımlandığı dönemde yaşadığım bazı olaylara.

     ''Şiirde Arabeskin Öncüsü: Hasan Hüseyin'' başlıklı eleştiri yazım dolayısıyla oldukça fazla eleştiri ve küfür almıştım. Hele Hasan Hüseyin'in eşi AzimeKorkmazgil'in o dönem Ankara'da yayımlanan ''Yeni Şiir'' dergisinde kaleme aldığı, bana yönelik ''yeniyetme'', ''mankafa'' ve ''sivri akıllının biri'' nitelemeleri yenilir-yutulur cinsten değildi! Sabrettim. Ama kader işte, Azime Korkmazgil bir gün, çalışmakta olduğum -öykü yazarı Remzi İnanç'ın o dönemde Zafer Çarşısı'nda bulunan- Toplum Kitabevi'ne gelerek, benimle tartıştı. Daha doğrusu, O bağırdı, çağırdı, azarladı, ben dinledim -yaşına hürmeten! Hasan Hüseyin'e yönelik eleştirilerde haksız olduğumu, dizelerinden yanlış örnekler verdiğimi falan söyledi. Aslında, bir süredir zaten alıştığım hakarete yöneliknüanslar bir yana, aşağı-yukarı uygarca sayılabilecek bir tartışma ortamıydı yaşadığımız. Peki, sonra ne mi oldu? Azime Korkmazgil, tarihin kendisine yüklediği misyon dolayısıyla olsa gerek, Yeni Şiir'in bir sonraki sayısında, haklılığı kanıtlanmış ve ben de bunu kabullenmişim gibi, hiç utanıp sıkılmadan, ''Cihan Oğuz söylediklerim karşısında boynunu eğdi, sustu'' ifadesini kullandı! Yani, eleştirmenin susma hakkı bile aleyhinde kullanıldı!

     Bir başka örnek: Nevzat Çelik'in sığ şiir anlayışı, şiirindeki kısırlık, öykünme, taklit gibi konuları ilk kez Edebiyat Dostları dergisindeki ''Feodal Türk Şiiri'' başlıklı yazıyla ben kaleme almıştım. O dönemde Nevzat Çelik cezaevindeydi henüz. Ama şiiri öylesine abartılıyordu ki, vicdanı olan bir eleştirmenin buna karşı çıkmaması olanaksızdı. Hasan Hüseyin, Nâzım, hatta Attila İlhan'ın ''tıpkıbasım'' kimi dizeleri, ''özgünlük'' adına Nevzat Çelik'in şiirini süslüyordu! Hele Vedat Günyol'un, ''ŞafakTürküsü'' kitabının Önsöz'ünde kullandığı ''Ahmed Arif'leri aşarak... Nâzım düzeyine çıkan şiirleriyle Nevzat Çelik...'' şeklindeki değerlendirmesi, bardağı taşıran son damla oldu! Ben de, Nevzat Çelik'in ilk iki kitabı üzerine oldukça 'sert' sayılabilecek bir eleştiriyi kaleme aldım. Bu yazının yayımlanmasından bir süre sonra Nevzat Çelik cezaevinden çıktı. Çelik, Ankara'da eşi-benzeri görülmemiş bir imza günü düzenledi. Çoğunluğunu kızların oluşturduğu yüzlerce okuru imza gününde Nevzat Çelik'e sarılarak, ülkenin yazgısını O'nun şiirlerinde bütünleştirmenin portresini çizmeye çalıştı! O günlerde, Edebiyat Dostları kadrosunda yer alan Akif Kurtuluş ve Murat Yetkin ile birlikte Nevzat Çelik'i Akif'lere davet ettik. Aslında, o dönemde BBC'de çalışan Murat Yetkin, Nevzat Çelik ile insan hakları ve cezaevi koşulları konusunda bir röportaj yapacaktı. Bu arada, dergi yazarı olduğumuzu da söyledik. Beni hemen hatırladı ve ''Yazdıklarını ben olgunlukla karşıladım ama cezaevindekiler yakalasa seni bir karış suda boğarlardı'' dedi, şakayla karışık.

     Ne oldu? Hasan Hüseyin'in şiiri artık antolojilerde dahi zor yer alabilecek konuma geldi. Nevzat Çelik zaten yıllardır şiir kitabı yayımlamıyor. Şiir yazıyorsa eğer, dilerim kendisine özgü bir dil bulmuştur.

 

     Aynı kuşaktan olmanın handikapları

 

     Bütün bu tartışmalar geldi geçti, ama biz, sahadaki ibne hakem olarak kaldık! Eleştirmenin tek yaptırımı, tarihin akışına olan inancı galiba. Yoksa, söyledikleri, yazdıkları, değindikleri, hep buza çekilen birer çizgi gibi. Hele hele eleştiri yazısı yazanlar bir de Metin Celal, Aydoğan Yavaşlı ve benim gibi şairse, her söyledikleri biraz kuşkuyla karşılanır: ''Acaba, rakibini mi kıskanıyor'', ''Zaten onlar aynı kuşaktan, birbirini çekemez'' ya da ''Kendisi ne kadar iyi yazıyor ki, söyledikleri doğru olsun'' gibi öznel değerlendirmeler, ne yazık ki ''Demokles'in kılıcı'' gibi başında esrir!

     Mehmet H. Doğan, yeni kuşağın kendi eleştirmenini yaratamadığı kanısında olduğunu gerek yazılarında, gerekse söyleşilerinde hep dile getiriyor. Bense bunun tersini düşünüyorum: 1980'li yıllarda şair, poetik düzlemde, hem yaratıcı, hem de eleştirmen oldu! Belki bunu istikrarlı şekilde sürdürenlerin oranı düşük kaldı; ama zaten eleştiriyi seçenlerin sayısı her dönemde bir elin parmakları kadar değil miydi? Mehmet H. Doğan'ın kuşağından, günümüz şairlerinin diyelim üçte birini ad olarak tanıyıp şiirini izleyenler var mı? Ama yeni kuşağın büyük çoğunluğu, hem geçmişin, hem de kendi döneminin şiirini izlemeye ve tanımaya çalışıyor. Bunu yapmayanlar ise çoğunlukla süper-ego'larını aşamayıp başkasının şiirine gönül düşürmesini beceremeyenler! Belki bunlar yüzünden Metin Celal ile Aydoğan Yavaşlı eleştiriye küstü. Ne ki, her şeye karşın ben gerek Celal'in, gerekse Yavaşlı'nın eleştiriden kopamayacağına inanıyorum. Geçmişte de bu tür küskünlükler oldu; ben en verimli dönemimde bu duyguyu 3 yıl yaşadım. Ama sonuçta bu bir ''dinlenme'' ve ''uzaktan izleme'' dönemi de sayılabilir. Eleştirmen, o toz-duman bulutu içinde göremediklerini, tasarlayamadıklarını, inceleyemediklerini ya da kantarın topuzunu biraz fazla kaçırdıklarını farkedebiliyor.

     Tabii bu arada, çuvaldızı başkasına batırırken, kendimden esirgediğim iğneyi de unutmamak gerek! Hep aklımdadır: 1983 ya da 1984 yılıydı. Ankara'da yayımlanan ''Sanat Rehberi'' adlı dergiye bir şiirimi göndermiştim. O zaman 20-21 yaşındayım. Derginin editörlüğünü de şair dostlarım Tuğrul Asi Balkar ile M. Mahzun Doğan yapıyor. Şiirimin önümüzdeki sayıda çıkacağı bildirildi. Ertesi sayıyı iple çektim: Sonuçta, şiir dergide yer almadı! Hâlâ utanırım; bunun üzerine Tuğrul ile Mahzun'a, ''Neden yayımlanmadı? Siz kendinizi nesanıyorsunuz?! Niçin sözünüzde durmadınız?!'' gibi sözlerin yer aldığı zehir-zemberek bir mektup yazdım...

     Öyle ya, 'hazret' şiirin şahı, neden yer almazmış şiiri!

     Neyse, şiir bir sonraki sayı dergide yayımlandı. Aradan 14-15 yıl geçti, ne zaman aklıma gelse yerin dibine geçerim. Mahzun da -o zaman şimdiki kadar dost değildik!- inadına o sevimsiz mektubu her seferinde bana hatırlatır!

 

     Eleştiri: Niçin?

 

     Bu arada, çok sevgili yazar ve şairlerimizin, aslında eleştirmene hiç ihtiyaçbulunmadığını düşündükleri de oluyordur! Öyle ya, yazdıklarını ''kitap tanıtma'' ölçüleri içinde ve ölçütsüz ele aldıklarında, bütün eleştirmenler sıcak bir dost kimliğine bürünüyorlar!

     Hiç unutmam, şair Salih Bolat'ın ''Uzak ve Eski'' adlı şiir kitabının yayımından kısa bir süre sonra, Cumhuriyet Kitap dergisi Bolat ile ilgili özel bir sayı hazırladı -kapaktan. O sayıya ben de, son kitabından yola çıkarak Bolat'ın şiiriyle ilgili düşüncelerimi yazdım. Yazının yüzde 99'u Salih Bolat'ın şiirine ilişkin övgü içeriyordu; ancak son bölümde, kendi etik anlayışım doğrultusunda, Bolat'ın şiir ödüllerine fazla rağbet ettiğini ve bunun yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı hissettim. Bu durumun, biri dışında bütün kitapları ödül almış bu şairimizi ''ödülbudalası'' konumuna düşürebileceğine dikkat çektim.

     Ne mi oldu? Aynı zamanda 16 yıllık dostum da olan çok sevgili şair ağabey Salih Bolat, yazıdaki tüm övgüleri görmezden gelerek, özellikle bu son bölüm için ''Keşke yazmasaydın'' diyebildi!  

     Benzer bir davranışı, çok sevdiğim şair Murathan Mungan da gösterdi birkaç yıl önce. Mungan'ın ''Omayra'' adlı yapıtına ilişkin Pencere dergisinde yer alan yazımın özü, bu şiir toplamının görkemli bir anıt olduğu şeklindeydi. Oldukça beğendiğim bu kitaba ilişkin tek itirazım, şairin Kürt sorununa ilişkin bazı vurgulamalarının 'erken' olduğu yönündeydi. Öyle ya, buna ilişkin güncel tarih hâlâ sıcak şekilde sürüyordu ve kimin haklı, kimin haksız olduğu yönünde çok ciddi karşılıklı somut ithamlar söz konusuydu! Ayrıca, kitaptaki kimi dizelerin, şairin bu soruna ilişkin tercihinde ciddi birer fetiş düzey taşıdığını da vurgulama zorunluluğu hissetmiştim.

     Murathan Mungan, uzun yazımın yine neredeyse yüzde 99'a ulaşan övgü bölümünü es geçerek, eleştirdiğim yöne takıldı. ''Ben seni tanıdığım için fazla üzerinde durmadım, ama çevremdeki insanlar infial içinde'' dedi. Mungan, yazının o bölümünün haksızlık içerdiğini de dile getirdi.   

     Bütün bunlardan sonra, eleştirmenin gerçekten edebiyat dünyası için gerekli olup olmadığı konusunda ciddi endişelere kapıldım: Herkes al gülüm-ver gülüm yazıp giderken, ağzındaki düdükle ikide bir etik ya da estetik kaygılarla düdük çalan bu hakem de neyin nesiydi! Kimden icazet almıştı ve ne adına karışıyordu olup bitene?! 

     Eleştirmen, gözlemleri, birikimi, etik-estetik kaygısı, hayata bakışı ve tarihsellik anlayışı doğrultusunda, önündeki edebi metne bir çözümleme getirme gayreti içinde olan sade bir neferdi aslında. Metni yaratanın tüm snob tutum ve davranışlarına rağmen, düşüncelerinden asla ödün vermemesi gereken bir nefer! Tıpkı, milyarlık -hatta trilyonluk- futbolcular içinde tek başına koştururken, aslında onların kaderini iki dudağı arasındaki düdükle belirleyebilecek bir hakem gibi: Sahada bir başına, yalnız, ama kuralları herkesten daha iyi uygulaması gereken! Kim adına? Belki de sanatın vicdanı adına  -artık ne kadar kalmışsa!

     Bu yüzden belki, takımları aleyhinde çalınan her düdükte tribündeki seyircilerin kulağına taşıdıkları o çirkin tezahürat! Ama neylersiniz, eleştirmenlik, biraz da bunları göze almaktan geçiyor. Ceza sahası içinde babanın oğlu da faul yapsa, penaltıyı vermekten kaçınmayacaksın! Centilmenlik dışı harekette bulunan futbolcuya kartı göstermekten çekinmeyeceksin!

     Türkiye gibi herhangi bir alanda yapılan eleştiriyi önyargılı ve ilkel biçimde 'yıkıcı' olarak karşılamaya hazır azgelişmiş toplumlarda, edebiyat bu düzeyin ne kadar üzerinde olursa olsun, hâlâ yapıtına toz kondurmayan yazarlar varoldukça, eleştirmenin sorumluluğu daha da artıyor. Üstelik fazla bir seçenek de kalmıyor önünde: Ya anlayışlı dostlar, ya da düşman yazarlar!

     Bu durumda, kalemin ucunu iyice sivriltmekten öte çare kalmıyor!       

        

 

                                                                                                                                                                    Yeni

Yeni Biçem dergisi, Ekim 1998, Sayı: 66

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli