FİNCANCI KATIRLARI KAÇ YAŞINDA?
İnsanlar, soyutlama yetenekleri ölçüsünde dünyayı anlayabiliyorlar. Bu kural bir madalyonsa, diğer yüzünde de soyutlama gücünden yoksun insanların bir hayli şaşırtıcı sayılabilecek zavallılıklarının yer aldığı kolayca anlaşılabilir. Ancak bu türden bir olağanlık zincirinin ön kabulü, ya da zincirleme olağanlıklar, beraberinde bir tehlikeyi de taşımakta: Soyutlama yetenekleri üstün olan insanlar ile soyutlama gücünü geliştirme olanağı bulamayan insanların kıyaslamasını yapmak, en azından yöntemsel açıdan yanlış bir adım. Çünkü arada, soyutlama yeteneğini kullanmak istemeyen ayrı ve de kasıtlı bir kesim daha var. Zaten bütün sorunumuz bunlarla. Gerçi, insanları elmalar/armutlar olarak ayrıma tabi tutmak hatalı bir çıkış noktası gibi görünüyor. Ama, tutundukları dalda daha başka türlü görüntü vermelerine de pek olanak yok! Bu yakıştırma nedeniyle, ‘İslam Estetiği’ veya ‘Marksist estetik’ uzmanlarından özür diliyorum...
İnsanlar niçin soyutlama yeteneklerini geliştirmekten kaçınıyorlar?... Bu soruya verilebilecek pek çok yanıttan biri de şu: Karanlıkta adım atmaktan korktukları için. Belki kendilerince haklıdırlar. Öyle ya, bütün dünyaları bildik kuzey kutbu basık dünyamızla sınırlı olduğu için, fazlaca uçurumlu bölgeleri maviş yeryüzünün coğrafyasına yakıştıramıyorlar.
Kim bunlar?... Belki, biraz da sizsiniz. Dikkat edin, duyarsızlıkla suçladığınız her insan, soyutlama gücünü kullanmayanlar arasından çıkıyor! Bunun bir rastlantı olduğunu söylemek, ne acı ki yetersiz. Öyleyse, soyutlama gücünü geliştirenler, aynı zamanda duyarlıklarını da organize etmiş oluyorlar. Bu savı yanlışlamak, pek kolay değil, hatta olanaksız.
Türkiye'de edebiyat ya da şiir üzerine yapılan mutat ‘döktürmeler’ bir yana bırakılacak olursa, ciddi bir soyutlama gücü taşıyan eleştiri ya da incelemelere pek rastlanmadığı görülüyor. Bu yeteneksizliği, insanlarımızın hamur türü yiyeceklere fazlaca ilgi göstererek, beyinlerine pompalanan kan oranını azaltmalarıyla açıklamayacağım elbette. Çünkü bu türden bir sav, sizde, en azından, sözü edilen kesimde ‘beyin’ olduğu yolunda yanlış bir izlenim uyandırabilir. İşin fizyolojik gerçekliğini –soyutlama gücümüzü kullanarak- bir yana bırakırsak, bu konuda pek iyimser olmadığımı belirtmeden geçemeyeceğim!
Sorun, galiba biraz da zaaflarda yatıyor. Bu çözümlemeyi, papazvari bir değerlendirmeyle ve manastır mantığıyla yapmıyorum. İnsanların, küçük ve önemsiz gibi görünen çıkarlar uğruna geçmiş ve geleceklerini ipoteğe çıkarmalarının başka bir açıklaması varsa, bunu öğrenmekten mutluluk duymak gerekir. Bu konuda mutsuz olduğumu söyleyebilirim.
Nedir bu zaaflar?...
Örneğin, tarihe kalmak saplantısı. Sadece bu bile, tek başına, sanatçıdaki yanlış kamçılanmayı açıklamaya yetiyor. Hangi tarihe kalmak istiyorsunuz?... Atilla Özkırımlı'nın hazırladığı beş ciltlik edebiyat ansiklopedisinin herhangi bir sayfasında yer alan 1/4 oranındaki mülkiyet hakkı mı sizin yetenek ölçütünüz?... Yoksa, TV-2' deki ‘İyi Akşamlar’ programında, kitabınızın arka sayfasından rastgele okunan birkaç satırın 'büyüleyici' etkisi mi?... Reklamçağının ‘çağdaş bir mensubu’ olarak, önünde secde ettiğiniz ödül mekanizması mı?... Hangisi!
Türkiye'nin edebiyat gündemi yıllardır meyhane sofralarında belirlendi. Bu ortamdan soyutlama gücü yüksek insanların çıkmasını beklemek, doğrusu büyük haksızlık! Belki çoğu kez unutuyoruz ama, dünyayı anlamak ve anlamlandırmak, yalnızca teorik bir çözümlemeyi içermiyor. Buna eklemlenen bir de yaşam pratiğimiz olmalı. Yanlış ya da eksik, ama mutlaka her alanda dünyayı anlamlandırmak konusunda bir çaba gösterilmeli. İşte bu, meyhane köşelerinde hep başka türlü nüksediyor. Artık, içkinin güdülediği ‘horoz psikolojisi’nden midir; yoksa alkolün sınır tanımaz özelliğinden midir, bilinmez, soyutlama gücümüzü somut koşullara kolayca değişiyoruz.
Eğer mutlaka edebiyat tarihimizi simgeleyecek bir “mekân” arıyorsak, bu konudaki en güçlü aday sanıyorum meyhanelerdir. Hakkını yemeyelim, son yıllarda hafif loş bir ışıkta nostaljimizi dürten barlar da buna eklenebilir!
Güneşin gözlerimizi kamaştırdığı noktada, en çok neyi düşünürüz?... Bu soru bir çocuğa sorulsa, belki de en saf, yanıtını bulacak. Çocukların güneşle .arkadaşlığının en büyük nedeni de bu. Bu karşılaştırma, bir yerden sonra, belki arkadaşlığın da ulaşamadığı o uç noktayı acı biçimde tanımlıyor: Çocuk ile güneş hiçbir zaman birbirini kucaklamayacak. Ama hep öyle sanacaklar. Nisan’la birlikte sokaklara dağılan çocuk, izini aydınlatan güneşin çok yakında olduğu yanılsamasını kolayca benimseyecek. Bu, biraz da, henüz aşılamamış bir doğa yasası.
Yalnızca çocuk da değil; ağaçlar, parklar, dönercide kuyrukbekleyenler, işe geç kalanlar, işsiz kalanlar, geride kalanlar, hepsi, güneşin dostluğuna inanacak1ar. Ne büyük yanılgı!
İnsanların yanılmaktan büyük tat aldıklarını öğrenmek, dünyanın anlamlandırılması yolunda önemli bir basamak. Fazlaca büyütmemek koşuluyla tabii. Bu olguda bile, gizli bir mazoşizmin yattığına tanık oluyoruz. Yanılan insan, “büyük yanılgısına” yeni halkalar eklemek için sürekli yalpalıyor. İşin kötüsü, bir noktadan sonra, gizlice tat aldığı yanılgısını hayatın olağan gerçekliği biçiminde kabulleniyor. Artık bu sınır, ya da sınırsızlık, olanca dökülmüşlüğüyle somuta bürünüyor: Yalnızlık, nostalji, kimsesizlik duygusu ve nihilizm!
Bu kural yıllardır böyle işlediği için, “fenomen” saydığımız “çağımızm yanılgılı insanı” ya da sanatçısı, sürmenaj taktiğine başvurmaktan çekinmiyor. Bu taktik, biraz da “hayatın acı gerçeği” olarak, nesnesi belirsiz bir “güç” tarafından kendisine zoraki biçimde uyarlanıyor.
Bu bir “unhappy end” olarak tarihe yazılırken, ya da ne yazık ki yazılırken, sürmenaj olmuş sanatçı da, geriye hiçbir şeyi aşamamış bir sanat politikası bırakıyor. Siz buna, piyonlarını, filini ve vezirini yitirmiş taktiksiz bir satranç oyuncusu da diyebilirsiniz! Ama birileri mutlaka, yine meyhane köşelerinde ya da başka tür hanelerde, bu düzeysizliğin tarihini “kahramanlık” olarak kaydediyor.
Sokağa çıktığında güneşten gözleri kamaşan çocuk, ağlamaktan başka seçenekleri farketmişse, diğer çocukların da aynı koşullara sahip olduğunu anlayabilir. Ama bu, bir arkadaşlık nedeni değildir. Tıpkı yalnızlığın da nedeni olmadığı gibi.
Aslında çoğu sanatçı, çocuk olmak için can atar. Yitirdiklerinin farkına yeni vardığı için olsa gerek. Bu noktada, zaman kavramından pek bir şey anlaşılamadığı da ortaya çıkıyor. Çocuk olmak hülyası, farketmenin değil, duyarsızlığın özlenmesidir.
Edebiyatın cehenneminde yaşamayı göze alanlar, kimseyi ürkütmemek adına yanlış yola sapmak hakkına sahip değildirler. Bu hakkın zorla gaspı, belki mevcut edebiyat tarihine yutturulabilir, ama geleceğin tarihine asla!
Evet, güneşten gözleri kamaşanların da bir kervanı olmalı. Zaman ve sınır tanımayan bu kervanda adilce yol almak için, yaş haddi dolan fincancı katırlarını yolun dışında bırakmak gerekiyor. Acımasızlık, bu noktada, öyle çok gerekiyor ki!
Edebiyat Dostları, Temmuz 1989, Sayı: 27