FEODAL TÜRK ŞİİRİ
Cumhuriyet sonrası dönemden başlayarak, Türk şiirinde gittikçe egemen olan bir anlayış vardı: Terminolojiyi kabaca şiire uyarlamak! Önemli olan terminolojinin estetiğine yön vermek ya da bu estetiği “dört başı mamur” biçimde geliştirmek değil, yalnızca Türkiye toplumsal yapısının o dönemki oturmamışlığına koşut bir şiiri “kendiliğinden” oluşturmaktı. Kaygı bu olunca, zaten yeterince modernize olamamış ve kuramsal yönü irdelenmemiş bir şiirsel baz, yıllar süren ‘zorunlu’ egemenliğine ilk kötü örnekleriyle birlikte başladı.
“Feodal Türk Şiiri” nitelemesinin bir ‘atıf’ olduğunu bu arada belirtmek gerekir. Zorunlu bir kategorilendirmenin gereğine inandığımız için, ideolojik açıdan ‘yetersizliği’ ve ‘sığlığı’ pek söz konusu olmasa bile, dönemine gerçekten damgasını vuran ve kendisine özgü estetiği bulunan ‘feodal tarzdaki’ şiirsel biçimlenmelere de işaret etmek bir bakıma kaçınılmaz duruma geliyor. Ayrıca, “Feodal Türk Şiiri” nitelemesinden “alınmak” da yersiz. ‘Feodal’ sözcüğü, modernize olamamış ve eleştirellik düzeyi edinememiş şiirsel baz’ı suçlayıcı bir nitelemeden çok, Türk şiirindeki bir ‘yarayı’ en iyi vurguladığı için kullanılması gereken bir kavram. Yıllardır Türk şiirinin içini kemiren bu ‘yara’, temelini “ilerlemeden yana” bir ideolojiye dayandırıyorsa; daha açıkçası, hak etmediği bir misyona ulaşmak istiyorsa, bunun sorgulanmasını derinlemesine yapmakta büyük yarar var.
Feodal Türk Şiiri, bir anlamda, yanlış bir şiirsel sürecin yaşanan tüm trajedisini de içeriyor. Bu trajedide sürgünler, işkenceler, çileler ve hapishaneler de var. Ama, bir şiirsel baz’ın ideolojik olarak da yeterliliğini kanıtlaması için sürgün, hapishane ve çileler yeterli olamaz. Bunlar sosyolojik bir önem taşıyabilir, dahası, bir mücadelenin tarihine de yazılabilir. Ancak, hiçkimsenin “ilerlemeden ve değişmeden yana” bir ideoloji uğruna geçmişin tükenmiş mirasını savunmaya hakkı olmasa gerek.
Maddeci Duyarlılık-Marazî Duyarlılık ve Yeni Türk Şiiri
“Maddeci duyarlılık” özelliği taşıyan, bu duyarlığı daha ileri boyutlara götürerek bütüncül bir yapılanmayı oluşturan şiir örneklerine rastlamak neredeyse olanaksız. Sürekli mirasını sömürdüğümüz Nazım’dan sonra sayılabilecek 7-8 ad, ancak, şiirimizde “soyu tükenen” bu maddeci yapılanmanın eksikliğine işaret etmekle sınırlı kalmaktadır.
“Marazî duyarlılık” ise tüm olumsuz yönleriyle Türkiye kültürel yapısının kemikleşmiş bir özelliği biçiminde belirmektedir. Öyle ki, maddeci duyarlılığın yaşamı ve bireyi sorgulayan içeriğine karşın, marazî duyarlılık, hem biçimsel anlamda, hem de düşünsel kategori temelinde, umutsuzluğun ya da açık ideolojik yetersizliğin kaba bir ifadesi olarak neredeyse fetişist, zaman zaman da nostaljik bir saplantının etkisiyle, açıkça nihilist bir yön taşımaktadır. Türkiye toplumsal yapısının bugünkü konumuna gelinceye değin geçirdiği tarihsel süreçler gözönüne alındığında bu durumun normal karşılanması gerektiği ileri sürülebilir. Kaldı ki, Nazım’dan sonra çok az şair kendi şiirinin poetikasını belirleyerek şiir serüvenini yürüttüğünden, hele hele birçok şair neden, kimin için ve nasıl yazmasını pek bilmediği için bu konuda oldukça kendiliğinden hareket ettiğinden, Türk şiiri rastlantısal duyarlılık ile marazî duyarlılık arasındaki sınırda bocalayagelmiştir.
Türkiye’de bir şairin toplumcu olması, 1940’lardan bu yana, şiirinin düzeyini belirleyecek “tek” ölçüt sayılmıştır. Toplumcu şair marazî duyarlılıkla şiir yazmış, bu şiir “talep edenlerce” alkışlanmıştır. Toplumculuk savındaki şair, çektiği acıyı, hapishane yaşamını, işkenceyi marazi içerikte dile getirerek, adeta mazoşist bir kişiliğe bürünmüştür. Ahmed Arif’ten Nevzat Çelik’e dek birçok şair, kendi konumunu fetiş biçimde şiirleştirerek, duyarlılığın boyutlarını eleştirisiz bir temele dayandırmışlardır. Bir toplumcunun en önemli özelliği olması gereken özeleştiri ve eleştiri mekanizması, Feodal Türk Şiiri’nde yerini acınma psikozuna bırakmıştır! Feodal Türk Şiiri’nde aşılamamış saplantılar, temelini, Türkiye toplumsal yapısının yetersiz düzeyde sürdüregeldiği aşamaların henüz demokratikleşmeye ulaşamamış özelliğinden almaktadır. Bu özellik dolayısıyladır ki, Feodal Türk Şiiri kendi poetikasını oluşturmaktan yoksundur ve bu yoksunluğun başkalarınca sorgulanması da bir tabudur.
Türk şiirinde eleştirisiz bir şiirsel baz’ın sorgulanması “tabu”dur, çünkü Türkiye’de bu türden bir şiiri sorgulamak, o şiirin düzeysizliğini yakalamak, neredeyse toplumcu ideolojiye saldırmakla eşanlamlı sayılır! Türkiye’de henüz, şairlerin büyük bölümünce, feodal değer yargılarının, yerini modernist ve eleştirel bir anlayışa terketmesi zorunluluğu anlaşılamamıştır. Türkiye’de, bu anlamda, öylesine tutucu bir şiir piyasası vardır ki, bu piyasa, “talep” edene ihanet etmemek için şiirin teknik ve ideoloji düzeyini geliştirmekten ısrarla kaçınır.
Marazî duyarlılık, anılan özelliğiyle, tipik bir şarklı duyarlılığıdır. Bu duyarlılıkta önemli olan gelişmeninivmesi değil, yaşanan an’ın fetiş vurgularıdır! Marazî duyarlılık, bu vurguların alıcıda oluşturacağı etki derecesiyle yaşama şansı bulabileceği için, geleceğe yönelik ve geçmişi sorgulayan bir şiirsel baz oluşturabilmekten yoksundur. Marazî duyarlılık, popülist bir söylem çerçevesinde, kitle ruhunu ayakta tutabilmek gibi son derece aktif bir siyasal misyon yüklenmeye çabalar; ne ki, bunu yaparken hem ideolojiden ödün verecek ölçüde idealist, hem de kendisiyle çelişkiye düşecek denli güçsüz görünümdedir. Şair yıkılmış, bitmiş, tükenmiştir sanki: Ya “Beni burada arama anne/kapıda adımı sorma/saçlarına yıldız düşmüş/koparma anne, ağlama” (Nevzat Çelik, Şafak Türküsü’nden) diyerek nihilist bir tavır içine girer ya da “Şimdi fidanla anılırım, o sandinist gülüşlü kızla” (Ali Yıldırım, Bir Ayaklanmadır Gülüşün’den) der, birçok “natüralist toplumcu” şairin ulaşabildiği düzeyi andıran bir nostalji içinde dağlara-ovalara-taşlara bağlanır ve 20. yüzyılın sanayileşme-modernizm sancısını görmemek için inat eder!
Maddeci duyarlılık, eleştirelliği ilke edinir. Çünkü, eğer bir gerçeklik varsa, bunun gelişme ivmesi sorgulanmasıyla doğru orantılıdır. Gerçekliğin sorgulanması ise -bir misyon adına bile olsa- yapılan yanlışlıkların açıklanmasını, tartışılmasını gerektirir. Oysa fetişizm, gerçekliğin abartılması, yalnızca ilkel bir düzeyin göstergesidir. Gerçekliği olduğundan farklı biçimde algılamak saplantısı, ancak halüsinasyon döneminde geçerli olduğu için, Feodal Türk Şiiri halüsinasyon sürecinden bir türlü kurtulamamıştır!
Niçin?...
Çünkü, 1940’ların şairi, ne dünya şiirinden haberliydi, ne de kuramsal olarak şiirini savunabilecek düzeydeydi. Rastlantısal bir şiir yazıyor, bunu bir “misyon” adına gerçekleştirdiğine inanıyor, giderek yazdıklarının büyüsüne kapılıyordu. İmge sorununun bile son 10 yıldır doğru-dürüst tartışıldığını gözönüne alırsak, Feodal Türk Şiir bazı’nın ne derece zayıf bir biçim ve içerik taşıdığını kolayca anlayabiliriz. Bunun da gerekçeleri hazırdır: Toplumun düzeyi! Kolay anlaşılmak kaygısı! Aykırı düşmemek psikozu!... Bilinçaltındaki bu üç temel gerekçe, gelişememenin de bir tür manifestosu biçiminde ortaya konulmuştur! Rastlantısal ve sığ imgeli bu şiirsel baz, marazi duyarlılık yardımıyla ayakta kalmaya çabalamış, biçimsel yetersizliğini içeriği fetişleştirerek örtmeye kalkışmıştır. İçeriğin fetişleştirilmesi, toplumsal mücadelenin ivmesine koşut bir düzey değil, yalnızca popülist bir kaygıyla, kavram ve kişiliklerin yüceltilmesine dönük bir çizgi izlemiştir. Ne ki, aradan geçen 40 küsur yıl sonunda aşılmış bir teknik, yetersiz bir içerik, sakat bir ideolojik yapılanma gösteren bu şiirsel baz, yeni kuşağa ancak bir dönemin sıradan şiir özelliklerini miras bırakmıştır. Hala Feodal Şiir Tarihi’nin özelliklerine uygun biçim ve içerikte şiir üreten ve piyasada iyi “alıcı” bulan şairlerin olması, bu mirasın şiirimizde nasıl bir olumsuz “etki” uyandırdığının kanıtıdır.
1980 sonrasında kimi şairlerin olumlu bir “revizyon”a giriştikleri, kimilerinin ise aynı marazî duyarlılıkta ısrar ettikleri gözlenmektedir. ‘80 sonrasındaki yeni toplumsal oluşum sonucunda şiirin de kuramsal yanının sorgulanabileceğini öğrenmiş olmamız, maddeci duyarlılığın anlaşılmasına ışık tutacak bir edimdir. Ancak, ’80 sonrasındaki “erozyon”a tepki olarak, bu tepki olumlu bir sonuç yaratacakmış gibi, hala feodal tarzdaki şiir örneklerine rastlanması, bunların yaygın talep görmesi, ideolojik sorgulamanın henüz yeterince kavranmamış olduğunu, dahası, tutuculuk ile toplumculuğun ayrıştırılamamış olduğunu göstermektedir. Geçmişte yazdıklarını, ideolojik yetersizliği açık olmasına karşın, hala yırtmayıp, reddetmeyip, büyüsüne kapılmışçasına koruyanların Türk şiirine ve ideolojiye katkıları tartışılır.
Türkiye’de şiir ele alınırken, nedense, büyük ölçüde çifte standart kullanılıyor. Şiirin neye göre ölçüt alınarak değerlendirildiği pek belli olmadığı gibi, değerlendirme anındaki siyasal-toplumsal ortam da büyük ölçüde yapıtın yazınsal irdelemesinden daha çok önem taşıyor. Siyasal tercih, estetik ölçütten çok daha ağırlıklı olarak ele alınırken, bu siyasal tercihin bir kuramsal model temeline dayanmadan yapıldığı da gözlendi Türkiye’de. Popülizm, Türk şiirinde temel ölçüt biçiminde kabul gördü, gelecek kaygısı, yerini, yaşanan zaman diliminin rastlantısallığına bıraktı.
Özellikle, ’80’den sonrası için, kimi olayların “ilginç” görünümleri var. 1980 sonrası, Türk şiirinde büyük yenilikler ve zavallılıklar yarattı. Bu “zıtların birliği”, ilk kez “olumlu” bir hava yaratarak, edebiyat dünyasında o ana değin “tabu” sayılan kimi konulara da rahatça eğilinmesini sağladı. Yenilikler, artık Türk şiirinde de imgeye ve eleştirel söyleme ağırlık tanınması biçiminde oluşurken, zavallılıklar, hala aynı simgelerle şiir üretme gayreti biçiminde belirdi. Edebiyat ölçütleri, sosyolojik öneme göre belirlenirken, simgelerle şiir yazan Mehmet Yaşın’dan, maraziliğin doruğuna çıkan ve bir şiirinde tam 57 özel ad kullanan Nevzat Çelik’e kadar birçok şair edebiyat sosyolojisi kalıplarına göre ödüllendirildi!
Bu durum öylesine histerik bir yapılanma oluşturdu ki, örneğin Vedat Günyol, “Müebbet Türküsü”nün önsözünde, Nevzat Çelik için, “...bilinmez hangi mucizeyle, Ahmet Arif’leri aşarak (...) Nazım Ustanın, diline, yetkisine, yeteneğine (...) tatlı lirizmine yaraşır bir düzeye ulaşmış” biçiminde bir değerlendirme yaptı.
Nevzat Çelik’in bunlardan haberi bile yoktu belki, ama artık şiirin oluşumu mucizelere kalmıştı! Öte yandan, bu marazî duyarlılık, bir devrimci-arabesk şarkıcının, Ahmet Kaya’nın müziğinde dile gelerek, Nevzat Çelik’i “ölümsüzleştirdi”! Artık duyarlılık yerli yerine “cuk” oturmuştu: Arabesk ve Feodal Türk Şiiri! Herkes bir kahraman arıyordu belki. Farklı, özel konumu olan ve olan bitene müdahale edemeyecek ölçüde “tutsak”. Nevzat Çelik bu psikozun sonucunda yaygın ilgi gördü. Yazdıkları, gerçek bir acının acemi dizeleriydi belki, ama bunun fazla bir önemi yoktu edebiyat dünyasında. Önemli olan, “mucize” biçiminde ortaya çıkıp, kaliteli şairi “anlamayan” kesimler ile şiire ilgi göstermeyen piyasa arasında katalizör görevi yapacak birinin bulunmasıydı. Öyle ki, “yasak bir ıslık dudaklarımı yakacak/felaketim olacak” ve “ağlarsam felaketim olacak” (Müebbet Türküsü’nden, sf. 61) dizelerindeki yoğun Attila İlhan benzerliği bile Nevzat Çelik şiirinin toplumcu içeriğini “zedelemeyecekti”!...
Türk şiirinde “feodal tarz” yalnızca vurguların içeriğiyle değil, söylemin bizzat kendisiyle de yakından ilgiliydi. Sert, tok ve “erkeksi” söylem, egemen otoriteye hiç de aykırı gelmeyen, hatta egemen ideolojiye koşut bir yönseme taşıyordu. Şiir, sanki erkeklerin işiydi ve erkeksi olacaktı! Kadın şair bile erkeksi söylemi yeğleyecek, kadın duyarlılığını şiire “fazlaca” yöneltmeyecekti! Nitekim, Türk Şiir Tarihi’nde kadın duyarlılığını yansıtan örneklerin “numunelik” derecede olması, bunun açık göstergesidir.
Edebiyat Dostları, Temmuz-Ağustos 1987, Sayı: 3-4