MECBURİYET VE MAHCUBİYET
Sanıyorum, sadece sanat ve edebiyatta değil, politikadan cinselliğe dek aklınıza gelebilecek her alanda "kadirbilirlik" denilen olayın pek yaşanmadığını siz de düşünüyorsunuzdur. Şimdi durup dururken bu konu neneden akla geldi diye itiraz edebilirsiniz; 'karşı itirazım' yok buna. Ama, biraz serinkanlı ve geniş düşündüğünüzde, "kadirbilirlik" ya da biraz Frenkçesi, "Sezar'ın hakkı Sezar'a" kavramının aslında yaşantımızda ne denli eksik olduğunu acıyla farkedeceksiniz.
Bu satırları ardarda sıraladığım için sakın ola ki beni "yaşlılık alâmetleri" göstermekle ya da "birlik-beraberlik nutukları" atmakla suçlamayın. İtirazlarımın çizgisini genişlettiğim oranda, sanat ve edebiyata damgasını vuran yapıtları ve yaratıcılarını çekinmeden övme yürekliliğini de göstermeye çalışıyorum. Hatta, bu noktada,az önceki "yürekliliği" sözcüğünü kullandığım için de derin bir mahcubiyet duyduğumu itiraf etmeliyim...
Bunları niçin anlatıyorum? Özellikle edebiyat dünyasında süregelen keşmekeş doğrultusunda, çoğu kez sanatçının,kendi yapıtları ile çevresindeki birkaç tanıdığının yaratıları dışındaki ürünlere "sıcak" bakmadığı, "uzak kaldığı" ve "burun kıvırdığı" için! Bunun bir tavırolmaktan çok, bir okuma sorunuolduğunu düşünüyorum. Öyle ya, yaşamın birçok noktasının yıkılmasından öte pek bir sonuç doğurmayan şu "yükselen değerler" ortamında, elde-avuçta kalan çok az safirden biri olan sanat ve edebiyatta yaşanan amaçsız rekabetin boyutu da, olumsuz olarak nitelendirdiğimiz o yaşamdaki karmaşada rastlanan amaçlı rekabete benzerse, hayat karşısında söyleyecek hangi sözümüz inandırıcı olur?
Edebiyat ve sanattaki rekabet, yaratıdüzeyinde sınırlı kaldığı oranda etik bir anlam taşır. Bunun dışındaki rekabet ya da kadirbilmezlik, olsa olsa kendimizi hayatın elimizde olmayan o kahrolası akışına kaptırmak değil de nedir?
Bütün bunları, özellikle edebiyat alanında son zamanlarda rastladığım ve olumsuz gördüğüm kimi örneklerden yola çıkarak yazıyorum. Örneğin, Ankara'da yayınlanan "Damar" adlı dergide eleştiri yazıları karalayan Halim Şaf ak, şair Şükrü Erbaş’ın "Kimliksiz Değişim" adlı yapıtını irdelerken, Erbaş'ın şiirleri hakkında, "...Sevgi, sevda, kadın, günlük yaşamdan kimi ayrıntılar üstüne yer yer erotik tadlarla ya da sevişme duygusuyla okunabilecek ortalama şiirler hepsi" nitelemelerini kullanması, bu çok özel eleştirilerini, "Belki de Şükrü Erbaş'a göre bir kadının mastürbasyonunu anlatmak kadar toplumsal başka bir olay yok" diye sürdürmesi, hele hele Şükrü Erbaş'ın en güzel şiirlerinden biri olan "Umarsız Narcissus" hakkında, "Erbaş bu şiiri yazmadan önce Nedim Gürsel'in 'Dağlarda Bir Yüz' adlı öyküsünü okumuş olmalı. 0 da bir kadının mastürbasyonunu çok güzel anlatır da!" sözlerini sıkılmadan sarfetmesi, eleştirmenin aynı zamanda bir 'ahlâkzabıtası’ görevini de üstlendiği yolunda kuşku uyandırıyor insanda! Behey kardeşim, şairler cinselliği anlatan dizeleri yazarken senden ya da senin zihniyetinden icazetmi alacaklardı? Yoksa Muzır Kurulu'na çatarken, aslında sen onun farkedemediklerini görecek kadar has birmuhafazakâr mısın?
Haydi bunları bir yana bırakalım, Şükrü Erbaş'm şiirini eleştirirken, yazının nesnesi olmayan öykücü Nedim Gürsel'i niçin satır arasına sıkıştırıp taciz ediyorsun? Sonra, kadının mastürbasyonunu şiirde yansıtma hakkı acaba kuşaklar sonrasına mı ait, yoksa Halim Şafak adlı -sözde- eleştirmenin mi böyle doğal bir olaydan haberi yok?
Eleştirmenin, bir yapıtı, izlek, kurgu, dil, biçem ve teknik düzeyde irdelediğini bilirdik, meğer dizelerin apış arası da onlardan sorulurmuş!
Burada Halim Şafak, elbette edebiyat ve sanat dünyasındaki sevgisizliğinve kadirbilmezliğinörneğini oluşturan 'saf bir prototip.' Saf, çünkü Şükrü Erbaş'ın son yapıtı "Bütün Mevsimler Güz" hakkında Varlıkdergisinin son sayısında kullanmakta sakınca görmediği "kendi taşrasını hep içinde büyüten" şeklindeki suçlama, bardağı taşıran son damla oluyor. Sevgili eleştirmen kardeşim, Çehov, Tolstoy, Stendhal gibi ölümsüz edebiyatçılar kendi taşralarını yansıtmadılar mı yapıtlarında? Zatıâlinizden icazet almadıkları için onlar hakkında da geçmişe dönük yargılama sistemi mi oluşturmalı?
Yine başa dönelim. Sorun, Halim Şafak'm Şükrü Erbaş'la kafayı bozması ya da darkafalı bir bakış açısına sahip olması değil yalnızca; bu noktada atladığımız, göremediğimiz ve kulak asmadığımız çok ince bir ayrıntıvar: Güzel olanı seçerken seçici değil, alıcı gibi davranıyoruz! Bu ikisi arasındaki fark, seçiciliğin bir edebiyat yapıtında temel izlek çerçevesinde beliren özgün ayrıntıları ve yansımaları araması; alıcılığın ise öteden beri süregelen basiretsiz tavır doğrultusunda, kalıplaşmışve yeniliğe kapalı bir zihinsel temel etrafında dönüp durmasıdır!
Olumsuz saydığım ikincisinde, yolda yürüyen bir körün kaldırımı farketmesindeki sıradan mutluluk adetâ "dünyayı keşfetmekle" eşanlamlıdır. Birincisinde ise aynı körün kaldırımı farkedene dek yaşadığı tedirginlik ve farkedemediği takdirde olacakların tahayyül edilmesi esastır.
Express dergisi, 1 Nisan 1995, Sayı: 62