NÂZIM´DA GÖREMEDİĞİMİZ...  

 

 

     Kafka, Aforizmalar´ından birinde, "Evrenin sonsuz genişlikte ve zenginlikte tasarlanması,zahmetli bir yaratışla özgür bir içe bakışın en aşırıya vardırılmış alaşımının sonucudur" diyordu. Kuşkusuz, bu sözde yalnızca sınırsızlık ile imlenen bir yaratı süreci ya da olanakların sürekliliği belirtilmiyor; insanın doğal ve tarihsel birey olarak önemine de göndermede bulunuluyor.

     Bu çıkış noktasında canlanan en önemli veri ise sanatın -özelde de şiirin- taşıdığı anlam kuşkusuz. Eksendeki bakış boyutu sınırsız olunca, yanlışın oranı da azalma eğilimi gösteriyor. Kısacası, tasarlanan ya da kurgulanan nesne her ne özelliğe sahip olursa olsun, açınızın genişliği, ona atfetmeyi düşündüğünüz değer ve oranla koşut yönler taşıyor.

     Nazım Hikmet´in şiiri ya da şiir kavgası, en çok da çizmeye çalıştığım bu galaksinin boyutları içinde düşünmeyi gerektiriyor. Çünkü günümüz yükselen değerleri kapsamında tasarım halinde sunulmaya çalışılan bir Nazım portresi ile yakın geçmişte çizilmeye çalışılmış, ancak siyasal kaygıların hırgürü içinde boğuntuya uğramış Nazım resmi arasında özde bir fark bulunmuyor. Belki de siyasal gelişmenin bilinç düzeyini çok aştığı o yıllarda, yalnızca kavganın sembolü olarak anılan bir Nazım ile bugünün her derde ve her siyasal akıma devaNazım´ı arasındaki farkın giderek aşınması da bu kaçınılmaz sürecin ürünü. Öyle ya, Türkeş´in gerine gerine, "Dört nala gelip Uzak Asya´dan..."  diyerek Nazım´dan alıntılar yapması ya da Mesut Yılmaz´ın ünlü şairin Moskova´daki mezarını ziyaret ederek iade-i itibarda bulunması eğer bir tesadüf değilse, olsa olsa tanımlanamaz yeni bir sosyolojik gelişmenin belirtileridir!

     1980 öncesi kuşak ile darbe sonrası yetişen kuşağın aradan geçen 15-20 yıllık süreçte Nazım´ı anlatamamaları, sorunun eksenini oluşturuyor. Kimdi Nazım? Şiiri sadece tramplen olarak kullanan inançlı bir komünist militan mı, yoksa gurbette aşk ve yalnızlık içinde binbir çelişki yaşayan bir melankolik mi?...

     Her kesim kendi istediği biçimde bir Nazım modeli yaratmaya çabalayınca, bu kez ortaya ciddi anlamda bir sorunsal çıkıverdi: Nazım´ın komünist yönünü giderek küçümseyenler bireysel ağırlıklı şiirlerine, birey olarak varlığını hiçe sayanlar ise siyasal yanına ağırlık tanıdılar. Bu çatışmadan en kazançlı çıkan kesim, kuşkusuz siyasal bir kişiliğin de duyarlı damar taşıyabileceğine inananlar oldu. Nitekim, Nazım´ın şiirini Türk Edebiyatı´nın en seçkin örneklerinden biri olarak değerlendiren, ancak bu bulguyla yetinmeyip gerek teknik, gerekse anlamsal bazda yeni bir şiir atmosferine kendini hazırlayan şairler, her ne kadar yeni kuşaklara bu meramlarını yeterince aktarmayı başaramasalar da, ortaya özgün bir şiir yapısı koydular.

     Nazım´ı yakın döneme kadar kabaca taklit etmeye kalkışan Hasan Hüseyin, Nevzat Çelik ve benzeri şairler ise belirli bir noktadan sonra tıkanıp kaldılar.

     Ancak tam da bu noktada aksayan ilginç bir yön daha vardı ki, hala tanımlanabilmiş değil: Genç kuşak şiir okuru, Nazım´ı hangi yanıyla tanıyor? Dahası, tanıyor mu? Neredeyse birlik ve beraberlik nağmelerinin odağı haline getirilmeye çalışılan milli şair Nazım ile "Silahlımilletim hürriyet türküleriyle gelip..." diyen komünist Nazım arasındaki o inanılmaz korelasyon nasıl kuruldu da, elele verip hep birlikte savunmaya yöneldik büyük şairi?...

     Yanıtı gayet kolay: O´ndan korkumuz kalmadı. Sosyalist sistem ülke ülke veda ederken, o ütopyanın şarkıları da kışkırtıcı ve yönlendirici özelliğini yitirdi aklımızca! Demek ki, Türkiye´de bir şairin siyasi boyutta tanrısal derecede bir etkisi ve itkisi vardı; itiraf edilemese de bunu keşfettik. Egemen ya da buna yakın ideolojilerin üzerinden siyasal korku kalkınca, Nazım da birden milli şairliğe terfi ediverdi! Bu biraz da, Karl Marks´ın, "Ben Marksist değilim" özdeyişini andırıyor!   

     Bu korkuyu öylesine üzerlerinden atmışlardı ki, yıllar sonra da olsa Nazım Hikmet şiirinin evrensel bir kültür mirası olduğu gerçeğini yakalayabilme becerisini gösterdiler! Ve devlet Nazım´a sahip çıkarak, Kültür Bakanlığı desteğinde O´nun için anma gecesi bile düzenlenmesine aracılık etti.

     Nazım´ı hayatları boyunca "militan bir şair" olarak tahayyül edenlerse, önce tarihsel ve toplumsal çalkantıların sonucuna boyun eğip, ünlü şairi biraz da bireyci yönüyle keşfetmeyi denediler;  siyasal arenanın darbe döneminin çalkantılarını atlatıp biraz olsun düzlüğe çıkmasını fırsat bildiklerinde ise Nazım yanlarında yoktu. Böylece -yaş itibariyle- gençleşen solun tam anlamıyla tanıyamadığı bir Nazım ile "eski tüfek" sayılabilecek kuşağın sadece nostaljisinde yaşayabilen bir Nazım uçurumu doğdu. Bu uçurum öyle garip bir çelişkiyi barındırıyor ki içinde, belki de hala bunun taşıdığı anlamın farkında değiliz.

     Kendi adıma, özellikle etik cesaret iddiasında bulunan siyasal kesimler ile benzer amaçları bünyesinde barındıran edebiyat kuşakları arasındaki bu çözümsüzlüğün ulaştığı boyut beni son derece yaralıyor. Bu, yalnızca Nazım Hikmet gerçeğinin her dönemde sıcaklığını korumasına yönelik tutucu bir dilekten kaynaklanmıyor; öyle olsaydı, bu olgu, Nazım´ın geleceğe kalmayı başarabilen şiir yapısının inkarı anlamına gelirdi kuşkusuz. Egemenlerin, sıyrıldıkları korkunun boşluklarına şimdi Nazım´ın dizelerini yerleştirmeleri, olsa olsa bir avcının öldürdüğü hayvanın post ya da başını duvara süs diye asmasına benziyor. Oysa Nazım´ın şiirini yapısal anlamda kavramış ve çözümleyebilmiş bir anlayış için, ünlü şairin dönemsel kategorilere göre tanımlanması gibi bir ucuzluk hiç de çekici gelmiyor.

     Bu gerçeği oldukça sınırlı bir kesimin bilmesi belki hüzün verici; ama Nazım´ın sadece toplumsal ve siyasal kaos dönemlerinin orta yerinde keşfedilmesinden yeğdir... Çünkü ikincisinde, kendisini ifade eden bir Nazım değil, tanımlanmaya ve kodlanmaya çalışılan bir Nazım var. Bu Nazım, tıpkı popüler bir şarkının tüketilmesi süreci gibi, sadece duygularımızın yönüyle sınırlı. O yön bir duvara çarptığı an, Nazım´ın tarihselliği de bir başka kuşağın keşfine kalacak...

     Aslında tüm bu kaygıların varacağı matematik sonuç, Nazım´ın yanlış anlaşılması ya da unutulması gibi korkutucu bir eşitsizlik fobisi olmamalı. Bunun farkındayım; ancak tek avuntum, şiirin gücüne olan inancım. Burada inanç kelimesi belki çok yetersiz ve müstehzi karşılanabilecek bir vurguya işaret ediyor; ama etiksel anlamda bir nehirler birliğine inanılıyorsa, okyanusa dökülen her şiir damlacığının bir gün maviye dönüşeceği gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Bunun geç keşfedilmesi, görülmemesi, atlanması ya da hiç farkedilmemesi, özüne ilişkin en ufak bir ipucu bile veremez...

 

 

 

Sombahar dergisi, Eylül-Ekim 1995, Sayı: 31

 

 

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli