12 Eylül depreminin merkez üssü sol idi. Kalbi bu ülke ve güzel bir gelecek için çarpan ne kadar devrimci, ilerlemeci, ilerici, demokrat varsa, hepsinin gençliği ve geleceği heder oldu. Devrimci gelenek, 1970’li yılların sonundan askerî darbenin gerçekleştiği tarihe kadar geçen sürede zaten yeterince aşınmıştı. Binbir kelimeye bölünen sol, ortak cümleyi faşizmin dudaklarına bıraktı. Sadece kendisi intihar etmekle kalmadı -belki bilerek, belki bilmeyerek- sonraki kuşakları da yarışa eksiden başlamaya mahkûm etti.
Ama aklı başında her sosyalist, redd-i miras yolunu seçmeyi zaten onuruna yediremez. Bir devrimci ile kanından ruhuna kadar ne kadar süprüntü döküntü sermayesi varsa hepsini üç otuza satmaya hazır kapitalist kişilik arasındaki en belirgin fark da budur. Doğal seçilim, bir sosyalistin tokalaşacağı hayat tarzı değildir; kaldı ki başlangıç noktası -bizatihi teorinin yaratıcıları dahil- hiçbir güç tarafından belirlenemeyen o mücadele çizgisi, temelinde insanın özgürleşimini barındırıyorsa, zaten bu uzun yolda kör düşene, topal kalana, aklını yitirene sahip çıkmak da bir soyluluk düzeyidir. Buradaki soyluluk, kesinlikle asalet ile eşanlam taşımamakta; günümüz moda düşüncesinin tipik bir tezahürü olan “Bırakınız geçsinler, bırakınız soksunlar” düsturunun soysuzluğu yanında, sosyalist vicdanın yüceliğine vurgu yapmaktadır.
12 Eylül kültürü, bizzat düğmeye basan 5 generalin dahi yaratmaya cesaret edemeyeceği kadar berbat, kişiliksiz ve fakat 90’dan sonra sosyalist alternatifi kalmayan bir dünyaya son derece de uygun bir emziktir. Doğal büyüme yolu engellenmiş olan bebek, ana sütü yerine plastik kokan bu emziğe reva görülmüştür. Meta fetişizminin yaygınlaşması da zaten bu doğallıktan uzaklaşma sürecinden sonraya rastlar.
Beyin yarışının durduğu yerde, elbette kafatasının süsü revaçta olacaktı. ODTÜ mezunu bir mühendis kadın, katıldığı “Kim 500 Milyar İster” adlı TV yarışmasında, “Pravda” gazetesinin hangi ülkede yayımlandığını bilemiyor ve uzun uzun düşündükten sonra seçenekleri yarı yarıya indirmeyi deniyorsa, 2000’li yıllarda siz istediğiniz kadar kampüste ABD’lileri veya sağcı bakanları konuşturmayın, kültürel deformasyon kalbinizi orta yerinden mıhlayıp duracaktır!
İnsanın özgürleşimi, iki nedenden dolayı sosyalizmin sorunsalını teşkil eder: Bir defa, sınıfsız bir topluma uzanan basamak, tartışan, düşünen ve statükoyu reddeden bir düşünsel temelden güç almak durumundadır. Nereye kadar? Mutlak doğru diye bir seçenek -en azından bilimsel olarak- varolmadığına göre, her insanın ve toplumun acıları-mutlulukları eşit şekilde göğüslemeye/yaşamaya başlayacağı o -ütopik- nihai hedefe ulaşıncaya kadar.
Bunun önündeki en büyük engel statükodur. Statüko öyle bir güçtür ki, bazen insana ehven-i şer tercihler bırakır. İşte Türk solu, 2000’li yıllarda bu yanlışı kıyasıya yaşamaktadır. İnsanın özgürleşimi, siyasal, kültürel ve ekonomik olarak, ülkenin bekası ve esenliği masalına kilitlenmiştir. Bugün Türkiye’de -ne yazık ki- kendisine sol etiketi yapıştırmaktan çekinmeyen bir kesim, ülkücü faşistlerle ortak miting yapacak kadar gaflet içine düşmüştür. “Türkiye’yi kurtarıyoruz” teranesiyle askerî rejime göz kırpan, daha düne kadar kendisini yeraltı dünyasının iti-kopuğu olmaktan kurtaramamış faşistlerle danseden bu anlayış, 12 Eylül generallerini bile şaşırtacak kadar sağa kaymıştır.
12 Eylül faşizminin iki önemli kurumu olan YÖK ve MGK’yı bugün sadece Doğu Perinçek’in başını çektiği bir kısım maocu, ülkücüler ve Atatürkçü Düşünce Derneği savunmaktadır. Bir kuşağın ömrünü verdiği aydınlanmacı ve ilerici süreç, statükonun, muhafazakarlığın ve faşizmin izine takılıp kalmıştır.
12 Mart faşizminin sillesini yemiş ünlü hocalar bile statükocu davranmaya başlamış, içlerinde gizledikleri faşizan yanı, ülke politikası olarak halkın kaderine kilitlemişlerdir.
12 Eylül öncesi ve tabii ki SSCB yıkılmadan önce enternasyonalizm ilkesini dilinden düşürmeyen statükocu sol, tam anlamıyla ofsayta düşmüş, yoksul kesimleri eşitlikçi bir anlayışla örgütleyeceği yerde, bu görevi de siyasal islamcılara bırakmış, Kıbrıs’ın derdine düşmüştür! Şimdi hepsi –ülkücülerin deyimiyle- “Bozkurt Denktaş”ın sadık ve gönüllü birer muhafızı olarak, bir zamanlar sık sık attıkları “Yaşasın Kıbrıs’ta iki halkın kardeşliği” sloganını kendilerine tıpa yapmışlardır!
Türk solu, eylemci geleneğini yitirmiştir. Üstelik tükenişinin gerekçelerini bulup özeleştiri yapacağına, kendi halkına karşı düşman olmanın yollarını aramaktadır.
İnsana bazen kötü bir rüya gibi geliyor: Sağcı olduğunu hiç gizlemeyen eski ANAP’lı bakan Yılmaz Karakoyunlu, azınlıkların bir dönem nasıl ezildiğini anlatan “Salkım Hanımın Taneleri” adlı bir roman yazıyor, bu roman sinemaya uyarlanıyor, ödül piyasasını altüst ediyor, TRT de tarihinde ilk kez böyle bir filmin gösterim hakkını satın alarak kamuoyuna yansıtmayı planlıyor, ama kendisini solcu ilân eden -sahi var mı öyle bir iddiası?- örneğin bir Deniz Som, buna Cumhuriyet gazetesindeki “Vaziyet” köşesinde günlerce karşı çıkıyor!
Öyle görünüyor ki, bugün sosyalizm ile nasyonal sosyalizm çok ince bir çizgiyle ayrılmaya başladı. Peki, biz bunu hak ediyor muyuz?
Neden korkuyorsunuz Allah aşkına? Bu kadar statüko, bu kadar militaristlik, bu kadar gerici bir tercihten sonra, kalkın, “Ben faşistim arkadaş, bundan da gurur duyuyorum!” deyin, olsun bitsin.
Nasılsa elinizi tutacak kimse de kalmadı. Sosyalistlerin hepsi, her dönem, ya mezarda, ya tımarhanede ya da hapishanede. Vurun abalıya!
Günübirlik siyaseti ruhlarına zırh yapan enayilere sormak lâzım: Türkiye’de solu zayıflatan en önemli etmen hangisidir? Elbette 12 Eylül. 1 milyondan fazla insanı gözaltına alıp 90 gün boyunca akıl almaz işkencelere maruz bırakan, binlerce öğretmeni, öğretim üyesini, memuru 1402’lik yapıp yıllarca işinden-aşından eden, 50 kişiyi idam sehpasına gönderen, yüzlerce kişiyi gözaltında, işkencede öldüren ya da sakat bırakan o katı ve benzeri bir daha hiç gelmeyecek rejim…
Şimdi kendilerine “ulusalcı” diyen ve solcu olduğunu iddia eden güruha sormak lâzım: YÖK, MGK, Kıbrıs sorunu hep 12 Eylül’ün mahsulü değil mi? Neden bunlara sarılıyorsunuz? Hangi yüzle? Binlerce devrimcinin, aydının alınteri, kanı hiç mi uykunuzu bölmüyor? Kurumlaşmak –ama kömürden ve kapkara kurum halini almak- çok mu önemli de, koskoca bir tarihsel mirası faşizmin basamaklarına yeğliyorsunuz?
30 yıldır siyasetle ilgilenirim, daha düne kadar hiç adlarını duymadım: Kemal Alemdaroğlu, Kemal Gürüz kimdir, geçmişlerinde ne yapmışlardır? Adlarındaki Kemal’den başka Atatürk’le benzeşen yanları var mıdır? Bunların peşine takılarak mı solcu olunuyor 2000’li yıllarda? Statüko, statüko, statüko! Beş generalin öğrettiği bu üç hecelik kelimeyi ezberlemek için mi koskoca bir devrimci geçmişin üzerine soğuk su içiyorsunuz? Yazıklar olsun.
Tam bu yazıyı kaleme aldığım günlerde, uluslararası haber ajansları ilginç bir haber geçti dünyaya: Eski İngiltere Başbakanı Churchill’in papağanının hâlâ yaşadığı ortaya çıkmış. Sıkı durun: 104 yaşındaki “Charlie” adlı papağan, hâlâ nazilere küfrediyormuş ve sahibi Churchill’in öğrettiği sözcükleri hiç unutmamış!
Ah Türk solu! Bir papağan kadar bile olamadın. O zavallı ihtiyar yaratık bir asırlık ömründe faşistlere küfür etmeyi unutmamış, sen 20 yılda faşistlerin papağanı oldun gitti!
Gelelim asıl konuya: 12 Eylül depreminin bir türlü yıkamadığı, hatta muhataplarının fay hattının varlığını keşfedip de kendisine çekidüzen verdiği yegâne alan edebiyat ve sanat oldu. At izinin it izine karıştığı darbe öncesinde, edebiyat ve sanat da bundan nasibini almış, sanki iktidar elindeymişçesine bir rahatlık içinde binbir fraksiyona ayrılmayı becermişti.
12 Eylül, bu anlamda Türk edebiyatı için bir silkinme dönemi oldu. Birçok şair, romancı ve öykü yazarı, gizli bir özeleştiri yaparak, düzeyli ve kaliteli yapıtlar oluşturdu. Slogancı söylemin sığlığını kabul etmeyen kalmadı. Bir sosyalistin asla sığlığa pabuç bırakmayıp, her şeyden önce geleceğin dünyasına ilişkin ütopyalarını ortaya koyarken çıtayı aşan bir düzey taşıması gerektiği benimsendi.
Halk ile arasına daha baştan sınır koyarak sosyalist olmaya çalışan sanatçılar, nihayet “halkım” diye peşinen ayrım yapmak yerine, “biz” demeyi öğrendiler. -Gerçi birçoğu da kantarın topuzunu birazcık fazla kaçırarak “ben” demeyi iyice alışkanlık haline getirdi ya, neyse.
Böylece, sosyalist olmanın, “sürünün başına çoban atanmak” demek olmadığı sanatsal düzlemde de anlaşıldı. Dönemin koşulları gereği, düzyazı riski nedeniyle yüzlerce şair türediyse de, kalite ve düzey önceki kuşaklara nazaran daha olumlu bir mecraya ulaştı.
Bu dönemin başlarında, şiirde Ahmet Erhan, romanda da Ahmet Altan’ın “Eylülist” ilân edilmesi ise sadece eskide tıkanıp kalan konjonktürel bir yanılsamadan ibarettir. Her iki yazar da zamanla kendini kanıtladı ve kalıcı oldu.
Sözüm meclisten dışarı ama, örneğin Ahmet Altan’a “Eylülist” diyen Yalçın Küçük, geçirdiği onca yıllık cezaevi deneyimine rağmen, tuttu herkesi sabetaycı ilân eden paranoyak bir kişiliğe büründü. Neyse ki Marks, yahudi kökenli olmasına karşın bu furyadan nasibini almadı! Bizler de, sosyalistliğin aslında kafatası ölçümlerini gözardı etmeyen bir özellik taşıdığını farkedememiş nafile kuşaklar olarak, sevgili hocamızın kıymetini geç anlamış olduk!
Tabii Orhan Pamuk gibi Türk edebiyatının en büyük yeteneklerinden biri de okların hedefi oldu. Beyoğlu’nda –sembolik olarak- Özgür Gündem gazetesi satarak baskılara karşı protestoda bulunması da, yabancı gazetelerde Türkiye’deki demokrasi hakkında kaleme aldığı yazılar da “muhalif” olmasına yetmedi bir türlü!
Acınacak olan ise -çok az istisna dışında- kimsenin Orhan Pamuk okumadan yazarı kıyasıya eleştirmesiydi! Bu özellik de, yine 12 Eylül’ün bize kazandırdığı kolaycılık ve önyargı yeteneğinden kaynaklandı hep.
Bu anlamda, Emin Çölaşan ve Yalçın Küçük aynı rotaya oturdu kaldı. Hâlâ da oradalar.
Gelelim madalyonun başka yüzlerine. Orhan Pamuk ve Ahmet Altan değil ama, gizliden gizliye birçok yazar ve şair solun cenazesi üzerinde akbaba gibi dolaşmaya başladı.
Çok somut ve acı örnekler olacak: Kitap-lık dergisinin Aralık 2003 sayısında, şair Lâle Müldür, Ahmet Güntan ile röportaj yapıyor. Aman Allahım! Röportaj değil, sola sövmek için fırsatlar silsilesi sanki! Lâle Müldür, Ahmet Güntan’ın son şiir kitabı “Esrârîler”i ele alıyor ve röportajını yorum üstüne yorum ekleyerek sürdürüyor:
“Esrârîler, saflar, iyi niyetliler, üstüne kar yağmış soğuk evlerdeki yoksullara kurtuluş ülküleriyle değil battaniyelerle gidenler, gerçekçiler, bekleyenler. Ne ayaklanır, ne saklanırlar.” (s. 19) Gerçek bir marksizm eleştirisi ve yapılması gereken tek şey, bravo!”
Asıl sana bravo Lâle Müldür! Tamam sola 10 küsur yıl önce veda edip –bir ara- hidayete bile erdin! Hatta, ben Anadolu Ajansı’nda muhabirlik yaparken, 90’lı yılların ortalarında tesadüfen Kıbrıs’ta karşılaştık: Türkiye Yazarlar Birliği adlı -Şahsuvaroğlu’nun başkanı olduğu- yarı faşist, yarı dinci yazar örgütünün davetlisi olarak -başın örtülü şekilde- sen de oradaydın.
Ama sol bu kadar canını acıtmış olamaz. Hiç değil. İnsan -döneklik katsayısı ne olursa olsun- bu kadar nefretle yaklaşamaz yoksulun felsefesine!
Bereket versin, Ahmet Güntan aklı başında ve hâlâ bir parça sol vicdan taşıyor olmalı ki, yapıştırıyor yanıtını Lâle Müldür’e:
“Ama ben siyasetin eleştirisini yapıyorum. Marksizm aklıma gelmedi, çünkü bugün o yoksul evlere kurtuluş ülküleriyle girenler artık marksistler değil. Üstelik o evlere şimdiye kadar giren en temiz kalpli insanlar da marksistler olmuştur biliyorsun.”
Hayır, sevgili Ahmet Güntan, bilmiyor. Lâle Müldür, şımarık kolejli kız edasıyla, solu canavar gören -görmek isteyen- bir histeri içinde! Hâlâ soruyor:
“Özal için ‘Gizli dosyaların şimdiye kadar seçtiği en şaşaalı kapak’ diyorsun. ‘Bugün komünistleri soyut insan hakları labirentine, islâmcıları Amerikancılık labirentine, milliyetçileri devleti kutsal görmeme labirentine sokan O’ (s. 42) diye tanımlıyorsun, bence de doğru. Bravo!”
Sana da bir kez daha bravo Lâle Müldür! Demek Özal komünistleri soyut insan hakları labirentine sokmuş, öyle mi? O soyut labirentte kaç devrimcinin, demokratın, hatta hiç siyasete bulaşmamış –yaygın ve yanlış deyimiyle- masumun kanı var, hiç düşündün mü? Savunduğun –daha doğrusu savurduğun- sözün anlamı şu olsa gerek: Solcular 12 Eylül’den sonra öyle hâle geldiler ki, sosyalizmi falan bırakıp, sonunda sadece insan hakları yaftasına sığındılar. Tek avuntuları da bu kaldı.
İyi, kına yak o zaman. Artık rahatsındır. Bir bravo daha çek. Nasılsa, en az 100 yıldır insan hakları sorununun bir kanser gibi vücuduna girdiği Türk toplumu, çektiği işkenceleri, mahpuslukları, sürgünleri, yakılmaları, haksızlıkları, ola ki bir gün soyutlama yeteneğinden bihaber bir kadın şairin dilinden soyut bir labirentin abartılmış mevzuu olarak duyar, sonra unutur.
Halkla bütün köprülerini atmış olan Lâle Müldür, röportajın sonlarına doğru Ahmet Güntan’a öyle bir soru soruyor ki, edebî düzeyi evlere şenlik:
“’Esrârîler için bu dünyada sürpriz yoktur…’ (s. 69) Allah’ın en direkt yollardan getirdiği mucizelere inanmıyor musun?”
Elveda Lâle Müldür!
Eskiden gazeteciler edebiyatçıların arasından çıkardı. Malûm, o dönemde iletişim fakülteleri ya da gazetecilik okulları olmadığı için, “çekirdekten yetişme” gazetecilerin yanı sıra az-çok “mürekkep yalamış” ve kavrama gücü yüksek edebiyatçılar basın dünyasında kendilerine yer bulurdu.
Bugün ise adına medya dediğimiz alanda akla-hayale gelmeyecek kadar zır cahil bir güruh at koşturuyor. Bir bakıyorsunuz, Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’in sürmanşetinde, Fatih Altaylı’nın, Ahmet Altan’ın “Aldatmak” adlı romanını “aşırma-yürütme” olarak niteleyen haberi -buna yorum demek daha doğru- çıkıyor, ama hazret kitabın kapağını açmak şöyle dursun, görmemiş bile! Bunu nereden mi anlıyoruz? Basit: Yazısının -haber dersek haberin ruhuna hakaret olacak- bir yerinde kitaba “Aldatma” diyor “k” harfini unutarak -bu da en büyük meziyeti oldu artık gazeteciliğin: unutmak-, öteki yerinde -hasbelkader- doğrusunu yazıyor. Sonra bir öteki cümlede haydi yeniden “k” harfi uçuyor, kitabın adı oluyor yine “Aldatma”.
Ahmet Altan da bu uyduruk haber/yorum/yazı -ne derseniz artık- yüzünden Fatih Altaylı aleyhine tazminat davası açıyor ve -sıkı durun- davayı kazanıyor! Yani Fatih Altaylı’nın yumrukları hukukun kalkanına çarparak elini acıtıyor.
İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi, 14 Ekim 2003'te verdiği kararda, Ahmet Altan'ın “Aldatmak” adlı romanının Arthur Hailey'in The Wheels (Tekerlekler) adlı romanından esinlenerek yazıldığını iddia eden Fatih Altaylı’yı 3 milyar lira tazminat ödemeye mahkum ediyor!
Peki, bir özür var mı yazardan? Yok. Tazminata mahkûm olduğuna ilişkin bir haber gazetede? Yine yok. Yani ben Hürriyet gazetesi okuyan sade bir vatandaş olarak, hâlâ Ahmet Altan’ı “fikir hırsızı” olarak biliyorum. Üstelik de, Fatih Altaylı’nın “Aldatmak, aşırma bir romandır” dediği yerde otluyorum!
Gazeteci edebiyata asırlar kadar uzak
Ya yeni kuşak gazetecilere ne diyeceksiniz? Çok somut ve yeni bir örnek: Ayça Şen, 24 Ocak 2004 tarihli Radikal gazetesinin Cumartesi ekinde, “Militan Polisiyeci” başlıklı yarı röportaj, yarı Ahmet Ümit’in polisiye yazar olarak önemine değinen bir yazı kaleme almış. Daha doğrusu alamamış.
Edebiyat ve kitap dünyasının yakınına bile uğramamış genç bir gazetecinin ibret dolu satırlarını okudukça, kötü bir rüyadan uyanmak için dua ediyorsunuz!
Şöyle diyor Ayça Şen:
“Ahmet Ümit transparan kapalı kapılarının ardından zaman zaman sağır alfabesiyle konuşurmuş gibi sessiz, zaman zaman kendi değilmiş gibi vantrolog ve zaman zaman da tıpkı kendisiymiş gibi doğal ama uzak biri.”
Breh breh breh… Şu metafora bakın Allah aşkına! Sanırsınız ki Ahmet Ümit’in romanıyla aşık atıyor! Aman fazla sevinmeyin:
“Fazla samimiyetten hoşlanmıyor. (Bunu yanaklarını sıkarken anladım!)”
Burada bir nokta koyalım: Ne yani, artık gazeteciler samimiyet testi yaparken muhatabının yanaklarını mı sıkıyor? Aman Allahım, bu ne doğallık, bu ne şirinlik! Devam ediyor:
“Sevimli ve sevimsiz biri. Her ikisi de. Komik ve hiç komik olmayan biri. Ciddi ve hiç ciddi olmayan biri. Kaba ve kibar biri. Hepsi birden. Ama belli ki iyi niyetli. Gözleri iyi iyi bakıyor. Kirpikleri güzel bir de. Böyle uzun ve kıvrık.”
İnanın ki bu sözleri ben uydurmuyorum, Türkiye’nin en iyi polisiye yazarı Ahmet Ümit ile röportaj yapan Ayça Şen yazıyor!
Gerçi Ayşe Arman’ı taklite çalan son sözlerde hayli açık şekilde “kompliman” sezilse de, Allah günah yazmasın ama, yazarlığı bir yana, Ahmet Ümit’in şehlâ gözlerinin iyi iyi baktığı konusunda ben Ayça Şen kadar iyimser değilim!
Ve final:
“Yapıtlarının polisiye dalında gerçek bir edebiyat yapıtı olma yolunda ilerlediğini düşünüyor, (ne demekse! C.O) siz okurken de bunu hissettiriyor. Ve hatta mesela bana fazla kitap okumadığım halde öyle gibi geldi. Ama daha sık okursam öyle gelmeyeceğini de hissettim doğrusu”
Tek kelimeyle: Yuh!
Bir gazeteci, hem de hiç utanıp sıkılmadan, “Ve hatta bana fazla kitap okumadığım halde öyle gibi geldi” diyebiliyor! Kitap okumadığını hiç saklayıp gizlemeden, son derece olağan bir meziyetmiş gibi sunmak: Bu mu yeni trend?
Bitmedi.
Ayça Şen, “Bu röportajın katil zanlısı” başlığıyla aynı sayfaya ayrı bir pencere açmış ki, tam komedi:
“-Ahmet Ümit’e ‘Roman yazmak istiyorum, ne yapmalıyım’ başlıklı bir geyik açtım. O da kendi kitaplarını salık verdi.”
Ardından nihayet bir itirafta bulunuyor:
“Ama benim eşekliğim. Yani böyle bir soru sorulur mu değerli okurlar Allah aşkına?
-Daha fazla yazamayacağım, utanç içindeyim.
-Hadi neyse biraz daha yazalım: Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden’ şeyini (dize midir, nesir midir, nedir bu şimdi; kusura bakmayın) çok seviyormuş.”
Gazeteciliğin, röportajcılığın düştüğü hale bakın! Türkiye’nin en entelektüel gazetesinde bir yazar, “dize midir, nesir midir, nedir bu şey?” diye sözümona -belki de yaşamı boyunca hiç kıyısına uğramadığı- şiir dünyasını da sarakaya alırken, cehaletini bu derece ortaya çıkaran satırları yazmaktan çekinmiyor. Pes doğrusu.
90’lı yıllar ve elbette 2000’li yılların başları, paranın hükümranlığı karşısında vicdanın kendisini sınava tabi tuttuğu bir süreç olarak algılanmalıdır. Şimdilik paranın hükümranlığı kazanmış görünüyor. Öyle bir çelişkiler toplumunda yaşıyoruz ki, bütün taşları bağlamışlar, havlayan havlayana!
Çevrenizdeki bütün iktidar odakları, paranın moruna bürünmüş çehreleriyle tarihi yapboz tahtasına çevirmeye çalışıyor. Mülkiyetin hırsızlık, bunu fütursuzca savunmanın da arsızlık olduğunu bilemeyecek kadar vicdanları parayla köreltilmiştir.
Ellerinden gelse, egolarını birazcık daha pışpışlatmak için handiyse bütün sülâlesinin geleceğini açık artırmaya çıkaracak kadar gözü kara bir hırs içindedirler. Bu yüzden de, onların gözünde “eşitlik” kavramı, sadece kapitalizmin meşhur “eşit koşullarda rekabet” ilkesinin kıyısından geçer. Bu durumda bile haksızlık yaratmanın yolunu bulmak için binbir perende atarlar.
Kişiliksizlikleri, düşünce yapılarından değil, bunu sunarken gösterdikleri fütursuzca şımarıklıktan kaynaklanır. Örneğin, “tabuları yıkma” adına, aslında paranın ve kapitalist ruhun egemenliğine mevzi kazandırmak için, şeytanın bile aklına gelmeyecek bir cahil cesareti yüklenerek, Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi gibi anıtlaşmış gazetecilerin meslekî ciddiyetlerine ve üslûplarına taş koymaya kalkarlar.
Solun bu kadar ufalması, sindirilmesi, cezalandırılması, yaralanması bile yüreklerindeki kin duygusunu soğutamamıştır. Artık geçmişe de kalın bir çizgi çekilerek, meydanın tamamen hokkabazlara kalması lazımdır. Aksi halde kendilerini oynatan iplerden vicdanî intikamlarını alamazlar. Keşke o ipler de kendi ellerinde olsaydı da, uşak makamı şarkılarda raksederken, ruhlarındaki bağımsızlık tutkusunu doyasıya yaşasalardı!
Ama ne gam! Kader onları, bu ülkenin talihini altüst etmede ikincil rol vererek hayalkırıklığına uğratmıştır! Ne ego tatminiymiş bu ki, koskoca bir ülke ve kamuoyu, her sabah zırvalayacakları herzeler için merakla yazıların satır aralarını okurken, hazretler bu fütursuzluğu hayra yorarak, kendilerini postmodern şeyhülmuharririn sanır zaar!
Evet, bir kuşak, iki kuşak perişan oldu, gençliğini heder etti; ama karşılığında tarihe izleri hiç silinmeyecek bir kültürel miras armağan etti: Sol vicdan.
Bu gerçeklik, sağı bile kıskandıran bir ivme kazanarak, politik ve kültürel söylemlere taşındı. Belki çok az kişide/kişilikte eklemli bir hususiyet gibi görünüyor ama, sonuçta olgu olarak tarihsel sürece mıhlanmış bir gerçeklik halini aldı.
Bu anlamda sol vicdan, hayata karşı bir duruş, bir tavır resmetmenin en doruk noktasıdır. O resimde sadece mütevazı bir meydan okumanın heybetli pozu yok -ah Engels, ‘tevazu uşaklara özgü bir erdemdir’ demiştin ama, 2000’li yıllarda o özelliğin paranın hükümranlığı karşısında ne soylu bir korunak olduğunu bir bilseydin!-, aynı zamanda insanlığın geçmişine ve geleceğine ilişkin devrimci bir tutumun damarı mevcut.
Sonuna kadar eşitlikçi, özgürleşimin değerini hem kişilikli bir insan namıyla, hem de bütün bir devrimci uygarlığı kucaklayan evrensellikte yörüngesine oturtan o süvari tavrı.
Sol vicdan, Karl Jaspers’ın “Unutmak ihanettir” sözünü iliklerine kadar hisseden bir sorumluluğun soyağacıdır: Keşke o dalların birinde küçücük bir çentik olabilseydik.