EDEBİYAT İHTİLÂLİ
Amacımız ne?… Bizleri yerine göre ağlatacak, yerine göre coşturacak, belki hırslı kılacak ya da “isyana sürükleyecek” bir edebî form’a boyun eğmek mi? Doğrusu, attığı adımdan sonra geriye dönmeme cesaretini gösterenler için bu tür seçenekler çok “hafif” düzeyde kalıyor.
Türkiye’de edebiyatın, özde şiirin amacının ne olduğu konusunda yıllardır spekülasyonlar yapılmakta. Birbirini boğazlamak için fırsat gözleyen edebiyat kabilelerinden, artık ‘yalnızlığını’ seçen kelaynaklara dek hemen herkesin yakındığı tek konu, şiirimizin ahvali ve kurtarılması sorunu. Bu hız devam ederse, korkarım son yılların en büyük “eşey bölünme” tablolarına tanık olacağız. Yenibütün’den Varlıkçılara, malûm köylü takımından –bunların her zaman kentlerde alışverişte bulunduğu- esnaf ve zanaatkârlara dek herkes, geçmişin kutsal mirasını ötekine kaptırmamaya çalışıyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bir araya gelip konuşulduğunda birçok “asgari müşterek”te karar kılacağımız edebiyat cinleri, melekleşebilmek, açıkça söyleyelim, sol kamuoyuna şirin görünebilmek adına oportünizme başvuruyor.
Giyotin, yalnızca “gideni” acıtsaydı, sorun çözülebilirdi. Ancak, “giden”, kalana da kambur yüklemektedir. Öyle bir kambur ki, hem değişen değer yargılarından bağımsız bir kişilik oluşturulacak, yani homojenleşme de seçilecek, hem de buna tavır alanlar “hain” ilân edilecekler!
Türkiye’de şiirin amacı, kitleye mücadele ruhu aşılamak değil, ya da yalnızca bu değil, kitleye sosyalist yaşama biçiminin değişebilir nitelikteki duyarlık formlarını sunabilmektir. Bu, öyle sanıldığı kadar kolay bir “misyon” da değildir. Geniş bir tartışma ortamını, duyarlık alanlarının ana çizgilerini ve bu olguların yaşamdaki karşılıklarını arama gayretini hedef alacağı için, böylesi bir misyonun bitiş noktası bulunmamaktadır.
Şiir, soru işaretiyle başlar.
Evet, giyotin yalnızca gideni acıtmıyor; edebî pratiklerindeki düzeyin tartışılabilir olması nedeniyle, gidenler, savunulacak kadar âciz bir miras bırakıyorlar! Edebiyat alanını mahkeme koşullarına çeviren ve yargıçlıktan avukatlığa dek birçok “rol” üstlenen (rol, çünkü yaşamda birebir karşılığı yok) edebiyat cinleri, gidenlerin bıraktığı yerde kalın bir nokta bulundurmayı çok seviyorlar.
Sormaya cesaretleri olmadığından mı? Evet.
Eğer edebiyat ile toplumsal yaşam arasındaki bağ bizdeki kadar kopuksa, ya ortada boşu boşuna savunulan değerler dizgesi vardır ya da açık bir ikiyüzlülük!
Neyi istediğimizin bilincinde miyiz? Çok satışlı magazin-sanat dergilerinin bir köşesinde iğreti bir ad olarak kalmak veya niçin hazırlandığı belli olmayan bir antolojide iki satırlık yer kapmak, o toz kondurmadığımız ideolojimize ne gibi yararlar sağlayacak?…
Bunu da geçelim; okur sayısı kısıtlı bir ülkede, mevcut olanları da kaptırmamak adına giriştiğimiz ilkesizlikleri nasıl açıklayacağız?
Hiç kuşkum yok, bu soruların haklılık derecesini hemen herkes kabul edecektir, ama pratikte benzer yanlışlar sürdürülecek, üstelik bunlara uygun kılıflar da hazır bulundurulacaktır.
Edebiyat dünyasındaki kimi kıpırdanmalar, eğer sonuçta radikal çözümlere ulaşmayacaksa, daha başlangıçta, kalkıştıkları bu mücadeleye fren koymak zorundadır. Radikalizm, edebiyata can veren bir damardır; komadaki edebiyat dünyasına, başka güçler aracılığıyla, hastanın grubuna uymayan bir kan verdiğinizde ise geri dönülemeyecek bir “bitkisel yaşam” önünüzde hazır bekleyecektir: Ruhsuz, silik ve geleceği ölü hücrelerle beslenen bir dünya!
Ne yapmalı?
Edebiyatın, özde şiirin, öncelikle yaşamda somut karşılığını bulan, ancak geleceğe yönelik fantazyalardan da bağımsız kılınamayacak bir duyarlık dizgesi olduğunu kabul etmeliyiz. Kentli bir edebiyatçının turnalardan, koyunlardan ve lor peynirinden söz etmesi, yalnızca duyarlığının ikiyüz yıl geç geliştiğini göstermez; daha da kötüsü, derin ve köksüz bir nostaljinin bireydeki düşünsel gelişimi ne derece engellediğine de işaret eder.
Duyarlık alanını geliştirmekten açıkça üşenen, okuma-yazma etkinliğini asgari düzeyde sürdüren ve bütün bunlar ortadayken, duyarlık alanının sorgulanması karşısında küplere binen edebiyat cinlerimiz, hele ki “usta” saydıkları şair ve yazarlarına da dokunmuşsanız, ortalığı velveleye veriyorlar, yetersiz pratiklerini bir dizi suçlamayla örtbas etmeye yöneliyorlar.
Savunma mekanizması, psikolojinin bizlere öğrettiği somut verilerden en önemlisi.
Güçsüz, köksüz ve adım atmaktan korkan bir yığın edebiyatçı! Adım attıklarında, geride kalanların kendilerini antolojilerden, dergilerden ve ödüllerden kovacaklarını endişeyle tahmin eden bu edebiyat kaçakları, kapandıkları sınırların dışına taşmamak için mayınlı arazilerden uzak yaşamaya çaba gösteriyorlar.
Nereye kadar?
Öldüklerinde, “kalan sağlar” nasılsa sahip çıkacaklar güveniyle, yaşadıkları zamanı heba edip, son nefeslerini “huzur içinde” verene kadar.
Edebiyatçının, hele ki şairin, son nefesini huzur içinde vermeye hakkı yoktur. Üretim ilişkilerinin neredeyse meta kıldığı bireyi ömrünce sarsan, onun silik bir kişiliğe bürünmemesi için edebiyat dünyasının insanı uyuşturan “tahtlarını” reddeden ve sürekli bir gelişmeyi, dur-durak dinlemeyen bir edebiyat kavgasını göğüsleyen şair ve yazar, daha işin başında huzursuzluğu seçmiştir.
“Uyum” kelimesinin, radikal edebiyatçının sözlüğünde yeri yoktur. Uyum, temelsiz saygı ve sevgi, tariha kapak atmak adına sürekli bir çizgiyi heba eden, çiğneyen, miskin ve uyuşuk edebiyatçı tipolojisine malolmuş özelliklerdir.
Türk edebiyatına bir ihtilâl gerekiyor.
Öyle bir ihtilâl ki, günlük köşesinde abuk-sabuk anılar yazarak, sözde nostaljiye yaslanan ihtiyarlardan, mevcut gidişi durdurmak istemeyen, tabular ve tapular nedeniyle edebiyatın simsarlığını yapan kafakol efendilerine dek herkesi telâşa düşürecek, koltuk korkusuna sürükleyecek ve duyarlığını silkeleyecek bir radikal hareket…
Peşin yargılara bel bağlamayan, düşünen, tartan ve her zaman eleştirellik düzeyini koruyan; ahbap-çavuş ilişkisindeki bütün normları reddeden ve köylülükle, mevcut duyarlık boyutlarıyla mücadele etmeyi hedefleyen bu radikal hareket, kendisine sürekli bir ilerleyişi gard almalıdır.
Ok, yaydan fırlamıştır. Bu aşamadan sonra, feodal düzeydeki edebiyat yapılanmaları, kadını ve kadının toplumsal/siyasal mücadelesini hakir gören sözde ilerici odakları, gard alınan politik misyon adına tek tek eleştirmek, bunların çürüyen, eskiyen yanlarını ortaya koymak ve tarihteki acemi “rollerine” saldırmak, başlıca hedef olmalıdır.
Uyum içinde yaşayanların, birbirlerinin yüzlerine gülüp arkalarından “edebiyat dedikodusu” yapanların, sekiz çeşit dergide görünüp “rengârenk” bir kişilik edinmiş bukalemunların ve bunca çürümüşlüğü gördüğü halde susanların, belki de en çok onların, bu radikal hareket içinde yerleri yoktur!
Onlar, edebiyat tarihine “marangoz hatası” sonucu yazılmış, cicili-bicili dergilerde burjuvazinin yönlendirdiği kadarıyla kendini gösteren, meyhanelerde cesur, mitinglerde aslan, imza günlerinde tanrı ve sus payları üç sütunluk özgürlükle verilmiş hilkat garibeleridir!
Hilkat garibeleridir; çünkü ölüm cezasının kaldırılması için imza atarken elleri uzun, mevcut düzene karşı edebiyat kavgası yaparken dilleri kopuk, yalan ve yanlış sözler ederken burunları büyük, gerçeklerden kaçarken de ayakları kocamandır!
Her birinin kitap kapağında, “...yaşama karşı dirençli… kavgacı bir söylem” ibaresi ibretle yer almasına karşın, neyin kavgasını verdikleri belirsizdir. Politik bilinçten yoksun, maddeci duyarlılıktan uzak bir edebî pratikleri vardır: İmza günlerinde, Akif Kurtuluş’un dediği gibi, “okuru vaftiz ederler”; okur da onların “papazlığını” kutsar!
Hele ödüller!… Onaylanma ve beğenilme kompleksi, edebiyat kavgasının bir yana itilerek, “reklâmların” öncelik kazanmasına yol açar. Artık, “kaynaşmış bir kitle” tarafından beğenilen, aranan ve korunan sıradan bir edebiyatçı tipolojisi, her zaafıyla önümüzdedir: Tarihe “yaldızlı harflerle” yazılan ve bir türlü çıkmayan leke!
Bu gidiş tersine çevrilmelidir. Eğer bir okur, kendisini “cezbeden” ödüllü yazarlar sayesinde edebiyata yönelecekse, hiç yönelmemesi daha sağlıklı olur. Kitap satışları, fazlaca dikkatli ve uyanık okur bulunamadığı için imza günleriyle kotarılacaksa, Müjde Ar’ın sahneye “dekolte” giysilerle çıkması da yadırganmamalıdır!
Edebiyatçılar, “andavallı” bir okur sayesinde ayakta kalabileceklerini sanıyorlarsa, okurun bu özelliğine epey uyum sağlamış sayılabilirler! Ancak, eleştiren ve sorgulayan bir okur önünde her yazdıklarıyla ciddî bir sınav vereceklerse, okuru önemseyeceklerse, tavırlarında inandıklarına koşut bir düzey göstermek zorundadırlar.
Evet, Türk edebiyatının bir ihtilâle ihtiyacı var.
Bu mücadeledeki en önemli görev, bütün aymazlığına, miskinliğine, tembelliğine ve feodal yanına karşın, yıllardır pasifize edilen Türkiye okuruna düşmektedir.
Okurun, bütün ödülleri, imza günlerini, mevcut edebiyat sisteminin köhne yanlarını ve kendisini ciddiye almayan edebiyatçıları boykot etme hakkını kullanması gerekiyor.
Hodri meydan!
Edebiyat Dostları, Ekim 1988, Sayı: 18