SANATTA ÖLÜM DUYGUSUNU AŞABİLMEK

Sanatın ve edebiyatın çağlardan günümüze ulaşan en 'önemli' ve 'potansiyel' so­runsallarından biri de "ölüm duygusu". Önemli, çünkü hayat'ın zorunlu 'karşıtı; po­tansiyel, çünkü kolay kolay dile getirilemese de, hemen her sanat ve edebiyat yapıtı­nın temel izleklerinden biri durumunda. Bu gerçeklik, iki açıdan 'çelişki' ve 'bütünlük' içeriyor: Birincisi, sanat ve edebiyatın 'ölüme meydan okuması', bir yandan fizyolojik yaşamın 'doğal' bir tepkisi biçiminde ortaya çıkarken, bir yandan da zaten doğal olan bir olgunun 'fetişleştirilmesi' gündeme oturuveriyor. İkincisi, sanat ve edebiyat her ne kadar 'ölümsüzlüğe' yönelik bir 'gard' içer­se de, ortaya çıkan yapıtlarda çoğu kez beliren intihar ya da şiddet duygusunun kutsanmasıgerçeği, bu tabloyu daha da karmaşık hâle sokuyor.

Sanatın ve edebiyatın ölüm olgusuna bunca gereksinim duymasının izdüşümünde, kuşkusuz somut hayatın zorunlu kıldığıo tanımlanması neredeyse olanaksız 'çaresizlik' duygusu yatıyor. Ölümle dile getirilen her imge, her paragraf ya da her çizgi, aslın­da hayatın giderek eksilenyönlerine işaret ediyor. Uzaklaşan bir trenin ardında bı­raktığı sis içinde yapayalnız kalmış bireyin görüntüsü de bu paradoksa eklemleniyor, bir öyküde dile gelen aşk uğruna bileklerini kesmeyi göze almış genç bir kadının yaz­gısı da...

Bu öyle bir 'çaresizlik' ki, somut ölüm'üde aşan bir düzlemde, giderek aşınan bir kayanın hüznünü imliyor âdeta. Sanatçıyı ünküten o kayanın usulca aşınması değil, bu gerçeğin nice uçurumlar büyüteceği endişesi...

Ölüm, geliş biçimi kimi kez haksızlıklar içerse de, her canlıyı kapsayan bir gerçeklik olduğuna göre, sanatçının bunca feryadı niye? Sevgi, kıskançlık, aşk, ayrı­lık ve acı gibi sanat ve edebiyatın yüzyıllardır işlenen temel izleklerinde hep bir "geçici fiilî durum" söz konusu iken, ölük, yaşandığı an sona eren bir olay. Sanatçı­nın çığlığı da bu yüzden zaten. 0, intiharı betimlerken bile yaşama ilişkin güzelliklere ve kalıcı imgelere yer verecek ki, ölümün acısı biraz olsun hafiflesin...

Somut yaşantının giderek modernist yönsemelerin de etkisiyle sıradanlaştığıbir yüzyılda bu çabanın haklılığı ya da geçerliliği kuşkusuz enine boyuna tartışılmalı; ancak sanatçının yüzyıllardır kilitlendiği o kabuğu parçalayarak, ölüme ilişkin 'yeni yaklaşımlar üretmesi de, sanıyorum sanatsal ve edebî bir devrimin ya da 'özgün' bir sayfanın açılması yönünden yararlı olacaktır.

Sanatın ve edebiyatın bunu sorunsal kabul etmesi, elbette ölüme 'çok sıradan' bir anlam yüklenmesine yolaçmamalı; tıpkı onu 'yüceltmek' yanlışına kapılınmaması gibi. Ancak, hayatın henüz dile getirilmeyen, ortaya konulmayan, tabu sayılan ve üze­rine gidilmeyen pek çok psikolojik, dinsel, cinsel ve siyasal sorunsalları dururken, her fırsatta inatla kendi korkusu olan ölüm duygusunu okşaması, ister istemez sanat ve edebiyat dünyasını 'mehteran bölüğü' gibi yerinde saydırıyor!

Ölüm duygusunu ya da korkusunu aşabilmek, elbette kolay bir şey değil. Sanat ve edebiyatın olduğu kadar felsefenin de yüzyıllarca kafa yorduğu bu sorunsal, sonuçta fiziksel bir hiçliğitanımlıyor. Bir gün, beklenmedik ya da tasarlanan bir zaman dili­minde, nefret ettiğiniz, taparcasına bağlandığınız ya da bnı ikisi arasında gidip ge­len her şeyi koskoca bir karanlığa değişiyorsunuz!

Ama zor da değil: Çaba sarfetmeseniz de, doğduğunuz andan itibaren ölüme doğru yaklaşmaya başlıyorsunuz! Bu iki çelişki ya da bütünsellik, son derece 'olağan' bir sürece işaret etmekle birlikte, yine de 'tedirgin edici' bir anlam taşı­makta.

Aslında sorun nedir, biliyor musunuz? Sanatçının ve edebiyatçının bilim dünyasın­dan ve bilimsellikten uzak kalması... Öyle olmasaydı, ölümün aslında yalnızlığın son çalan gongu olduğunun bilincine varır, kendi ölümünden çok, 'haksız ölümler' ve 'hak­sız öldürümler' konusunda tepki büyütürdü...

 

 

Yeni Biçem dergisi, Aralık 1995, Sayı: 32

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli