AŞK: ÖZGÜRLÜĞÜN YİTİMİ Mİ?
Hayatın önüne kurallar koymak, yaşanacak anları ya da sonraları disipline bir tarzda algılayıp biçimlendirmeye çalışmak, en başta özgürlüğün doğasına aykırı bir yön taşır. Özgürlük, mutlaka kuralsızlıklar bütünü ya da sonrasızlık değildir, haşa! Ama varolan statükonun yedek lastiği de hiç değildir! Bu anlamda, felsefi derinliği ne olursa olsun, “Senin özgürlüğün, bir başka insanın özgürlüğünün başladığı yerde biter” sözü biraz naiflik kokar! Çünkü burada, biraz da, özgürlüğün sanki ipotek altındaymış ve kısıtlı dağıtım olanağı varmış gibi bir çerçeve içine sığdırılma telaşı kendisini gösterir!
O halde, bu ne menem bir özgürlüktür ki, benden sana, senden ötekine giderken ha bire aşınır?! Bunun yanıtı oldukça basit aslında: Özgürlüğün doğasında varolan o sonsuzluk ve sınırsızlık, insana ürküntü verir! Tıpkı aşk duygusunda olduğu gibi!
Aşk da, tıpkı özgürlük gibi, ama ondan biraz daha karmaşık şekilde sürdürür varlığını -buna süründürmek de denilebilir. Aşkın bünyesinde yaşayan, yaşadığı varsayılan ya da bulunduğu öne sürülen özgürlük tutkusu, tam da bu noktada garip bir ikilemi yansıtır: Sonucu ne olursa olsun, yani ister mutlu bir varış ile noktalansın, ister ayrılığa şapka çıkarsın, aşk, özgürlüğün yitirilmesidir...
Bu savı -eğer yalnızca sav ise- kanıtlamak hiç de zor değil: Bir kez, aşktaki yoğunluğun neden olduğu bireysel tutum, zaten tek başına özgürlüğün bir kanadını incitmek anlamına geliyor. Öyle ki, bu bireysel tutum sonucu -doğal olarak- ortaya çıkan ötesini görememek psikozu, insanın kendi özgürlüğüne ket vurması değil de, nedir?!
Bu anlamda, aşktaki yoğunluğun neden olduğu içsel cepheleşme, zaten bireye başka adım atma olanağı sağlamayacağı gibi, aynı zamanda bütünleştiği insanın özgürlüğüne de ipotek koyma anlamı taşır. Söz konusu içsel cepheleşme, aslında çok parlak ve rengarenk görünen o duygusal metaforun zavallı yönüne işaret eder! Aşık olduğunuz kişiyle beraber, kendi kurduğunuz hapishanenin parmaklıklarını her gün başka renge boyarsınız! Buyurun, buradan yakın!
Bunun tersi de olası: Bazen öyle andavallı ve kuralsız aşık olursunuz ki -sanki ‘kurallı’ aşık olmak mümkünmüş gibi!-, siz tutsak bir duygu içinde yaşarken, karşınızdaki iplerin nasıl oynatılacağını sizin üzerinizde deneyerek öğrenir! Bu saptamayı ‘abartı’ gibi görebilirsiniz, zaten en iyisi de öyle görmek galiba, ama sonuçta ipler oynar, siz özgür olmakla övünür kalırsınız!
Aşktaki tutku boyutu elbette dünyanın en güzel duygusu; ancak bunun faturası özgürlüğün terkedilmesi ise orada yanlış giden bir şey var demektir. Burada ‘şey’ yerine konulabilecek bir sözcük henüz icat edilmedi; ne ki, bazen tanımlanamaz, tartışılamaz, tutarlılık gösteremez öyle yönsemeler vardır ki, bunu ne aşkın o gizilgücü ne de özgürlüğün sınırsız aydınlığı açıklayabilir. Aşk, tıpkı özgürlük gibi, ulaşılamaz bir şey değil midir zaten?
Üstelik, aşk adına harcanan zaman, harcanan emek, harcanan ömür, zaten tek başına özgürlüğün yitirilmesinin kanıtı gibidir. O halde aşk fikrinde neden bunca direniyoruz? Özgürlüğümüz aşkın sınırları kadar olduğu için mi, yoksa aşk özgürlüğe meydan okuyan tek sonsuzluk işareti özelliği taşıdığı için mi?
Aşkın somut olarak yaşandığı süreçte gözün başka hiçbir şeyi görmemesi, aklın hiçbir gerçeği kucaklamaması ve yüreğin düşsel bir dünyaya kucak açması, insanın kendisinden kaçışı ve özgürlüğe sırt çevirmesinden başka nedir?!
İnsan ömrünün, kısacık yaşanması muhtemel olan ve tamamlandığında hüzünden başka hiçbir miras bırakmayacak aşka bunca sınırsız ödün vermesinin akla yatkın bir gerekçesini söyleyebilir misiniz?
Ben söyleyebilirim:
Aslında her şey çok basit bir iç hesaplaşmada düğümleniyor: Toplumsal anlamda özgürleşimin sağlanması hem geniş bir katılım ve uzlaşmaya, hem de gerektiğinde uzun soluklu bir mücadeleye bağlı. Öyle ki, özgürlük düşüncesinin bu anlamda insanı rahatsız edecek ya da -varsa- vicdanını zorlayacak bir gizil yönü bulunuyor. Kendisini bu sonsuz hesaplaşmanın ortasında bulan -ya da kaybeden- herkes, çıplaklığına aldırmadan o özgürlük düşüncesinin ardına takılıyor. Ama bir yerden sonra ayakları kesiliyor ya da yorgun ve bitap düşüveriyor. İşte o anda imdada özgürlüğe en yakın duygu olan aşk yetişiyor! Elinizden tutarak sizi yerden kaldırıyor ve kendi yönüne doğru itiyor! Siz de, ancak aşkta rastlanabileceğine inandığınız o tutkuyu özgürlük yerine yutarak, yönünüzü aşkın kıblesine çeviriyorsunuz!
Bitmedi: Öylesine aşkın esiri oluyorsunuz ki, vicdanınızı kandırmak ve onu bir nebze olsun altedebilmek adına özgürlüğe ilişkin ne kadar atıf varsa, hepsini aşka malediyorsunuz! Tutku, sınırsızlık, sonsuzluk, coşku, heyecan, kalbinizin gümlemesi... Nereye kadar peki? Kaç kişiyle? Kısacık sürmesi için adeta dolu dolu yaşadığınız o aşk bittiğinde bir yenisi daha sıradaysa, varolan özgürlüğünüzü niçin eskisine teslim ettiniz? Yok eğer her aşk yeni bir özgürlük anlayışı kazandırıyorsa, bundan sonra gelecek üçüncüsünün tutsak kılacağı sınırlarınıza ne ad koymalı?
Yoksa bütün sorun aşka bağımlılığı önleyecek yeni bir duygu sağanağı yaratmak mı? Nasıl? Aşktan artakalmış hangi özgürlükle? Ve niçin?
Evet, aşk özgürlüğün yitimi; peki aşka bile dar gelen özgürlük tutkusunun sınırı nereye kadar?
Ölüme mi?
İskenderiye Yazıları, Temmuz-Ağustos 1999, Sayı: 22