AŞK, YALAN MI?

 

 

I.

 

     Yaşamın sırları ile sınırları arasındaki o eşsiz süreç, gündelik hayatın bildik hır-gürü içinde çoğu kez gözardı edilse de, unutulmaya yüz tutan kimi gerçekler bir yerde dank diye başımıza vuruveriyor.

     Bu durum, belki de yaşamın ayak izlerinin gideceği yeri işaret eden bir ‘uyarı levhası’ niteliği taşıyor; ne var ki, çoğunlukla bildik hır-gürü sürdürmek daha kolay geliyor hepimize.

     Hepimiz...” dedim ama, bu yazının konusu biraz da bu belirlemenin bir yerde ansızın aksadığına ilişkin tanıklık içeriyor. ‘Klasik tarz’ diye hakir gördüğümüz bir anlayışın tutarlı vitrinine çarpıyor.

     Aslında her şey elbette 4 Temmuz 1999 Pazar günü saat 18.00’de Sevgi Günay ile AlpayBilgindil’in Şişli Evlendirme Dairesi’nde hayatlarını birleştirmelerine rastlayan bir süreç değil. Sadece, kalıcı sandığım bir belirlemenin bir kerecik olsun zedelenmesi karşısında duyduğum şaşkınlık söz konusu galiba.

     Express dergisinin 30 Aralık 1995 tarihli 102. sayısında yayımlanan “Aşkın Ömrü 1000Gün” başlıklı yazıma gitti aklım. Bu yazı, aşka sadece bin gün, yani 2 yıl 9 ay ömür biçiyordu -bildik gerekçelerle!

     Benim yazıdan 4 yıl sonra, bu kez ABD’li bilimadamlarının uzun yıllar süren araştırmaların ardından aşkın ömrünün 30 ay, yani 2 yıl 6 ay sürdüğü şeklindeki raporu yansıdı dünya basınına. Gülüp geçtim. ABD’li bilimadamları Amerika’yı benden 4 yıl sonra keşfetmişlerdi!

     Ama bütün bu büyü, sadece sevgili arkadaşlarım Sevgi ile Alpay’ın nikahına kadar sürdü. Onlar, 11 yıllık bir mücadelenin ardından evlenmeye karar vermişlerdi.

     Evet, yanlış duymadınız: 11 uzun yıl.

     Şimdilik evlilik kurumunun yapısını, felsefesini, işlevini, sıradanlığını vs. bir yana bırakalım. Çok yakın akrabalık, annelik-babalık dışındaki bir ilişki için 11 yılın ne anlama geldiğini tasavvur edebiliyor musunuz? Çileyle, acıyla, özlemle, ama en çok da ulaşmak arzusuyla geçen o sürecin ayak izlerini küçümsemek nereye kadar?

 

                                                 

     Sevgi ile Alpay’ı yaklaşık 5-6 yıl önce tanıdım. Sevgi, gerçekten “asil” bir kız, Alpay da benim deyimimle “komik adam” idi. Araya giren yıllarda pek buluşamadık, sadece uzaktan kendileri dışında birtakım sorunların ve sendromların yaşandığını haber alıyordum. Ama doğum günümüzde Sevgi hiç aksatmadı aramalarını. Dedim ya, ‘asil kız’ idi.

     Ta ki nikah davetiyesini alana kadar o gerçek kafama dank etmedi bir türlü. Aşkın yapay solunum dışında da kendisine süre kazandırabildiği gerçeği.

     Maçka’daki nikah dairesine girdiğimizde, sevgili arkadaşımız Fatoş, “Sevgi ile Alpaybirbirleriyle tanışalıtam 11 yıl olmuş!” deyince kıpırdadı kalbimin bam teli. Nerede yanılmıştım? ABD’li bilimadamları nerede hataya düşmüştü?

     Onlar klasik bir ritüel içinde nikah memuruna “Evet!” derken, gözlerimin dolduğunu  farkettim. İçime kuşlar hücum etti.

     Elbette bu duygulanım sadece “mutlu aile tablosu” için değildi! Keşke öyle olsaydı. “Küçükburjuva zaafı” der, geçerdim. Ama boğazıma bir şeyler düğümlendi, dilimin ucunda bir sözcük kümesi takılıp kaldı.

     Kendimi toparladıktan sonra Fatoş’a dönüp sordum: “Acaba Sevgi ile Alpay, gerçekten birbirlerini çok sevdikleri, özledikleri, aralarındaki sıcaklığı 11 yıl boyunca koruyabildikleri için mi evlendiler; yoksa çektikleri bunca sorun, acı ve çileden sonra bir mucizeyi başarabildiklerini herkese yüksek sesle ilan etmek için mi?”

     Bilimsel anlayışa göre, “Bir şey bir kez gerçekleşmişse, bundan sonra da gerçekleşme olasılığı vardır”. Yani, aşkın ömrü sadece 1000 gün değilmiş. Ben de, ABD’li bilimadamları da fena çuvalladık! En azından Sevgi ile Alpay’ın ayrılıklarını bekleyene kadar bu tez geçerli!

 

 

II.

 

     Madalyonun öteki yüzünde ise bir başka gerçek duruyor. Neredeyse kimseyle paylaşılamayan, ayrıntıları kimbilir hangi şiire bırakılmış bir keder. Aşkın sınırları içinde, ama ondan bağımsız. Mayınlı arazide bir topal kuş: Aşılmamış çitlere, aşılamayacak hendeklere vurmuş yüreğini. İmkansıza.

     Kımıldasa, ardından bir bölük asker mermi yağdıracakmış gibi tedirgin. Sözcüklerden korkuyor, kanyonda yankı bulamamaktan. Her geceyi uykuya borçlu geçiriyor, kimsesizliğe rehin. Niye uçamadığını kimseye anlatamıyor. Ama kalbinin vuruşunu hissettirmemek için de gün doğmadan acısını sırtlayıp yola koyuluyor. Başka yalnızlıklara.

     Bazen hayatında hiç olmadığı kadar mutlu  -mutluluk anlık bir şarkı mırıltısıysa eğer. Karşısındakini de o nağmeye alıştırmak için maymun gibi zıplıyor aylardır. Aşk mı? Yanıtını bilse de söylemeyecek kimseye.

     Hayatın öteki sayfası” diye özetliyor yaşadığı karmaşayı. Kafasını o sayfaya gömüp güneşin yüzüne vurmasını da engelliyor zaman zaman. Benliğini yitirmemek, kalbini eskitmemek için unutmayı bile denediği oluyor.

     Ama unutamıyor. Aşkın hafızası yokmuş meğer.

     Herkesin uyumak üzere olduğu bir geceyarısı ıssız sokaklara tek başına, bir de yaşadığı gizi alarak, sabaha kadar üşümeyi tasarlıyor. İçindeki yangın belki böylece diner bir süre. Aklına hiç getirmek istemediği halde içini sinsice yiyen uğursuz bir yağmurun varlığını hissediyor. Kendi yalnızlığını bile özlemesindeki giz burada belki. Aşka ne kadar mesafeli durmaya çalışırsa çalışsın, hayat bir o kadar dersini hatırlatıyor O’na an be an.

     Bir gün, diyor, yalnızlığı da, sevgiyi de, ölümü de ifade edebilsem; ama hak ettikleri kadar ölçülü, hak ettikleri oranda mağrur. Yıkılmaya ramak kala, ölmeye milim dura, aşkı bir başka türlü söyleyebilsem, bir başka dünyaya...

     Bunların hiçbiri olmayacak, adı gibi biliyor. Keşfi gecikmiş bütün aşklar gibi, O’na karşı yürüttüğü amansız sürek de bir gün bitecek. Acıtmadan, kımıltısız, sessizce. Belki de o sessizliğin hissedilmeyen şiddeti kanatacak kalbini en çok. Ne kadar pamuk basarsa bassın, bir kırmızı gül hep yüzeyde duracak.

     Hayatın öteki sayfası, aslında hiç açılmayacak ve açmamaya yemin ettiği bir gizin anılarla yüklü satırlarını taşıyacak ömrü boyunca. O gizi ele vermemek için her saat kanatacak avuçlarını. Sonsuz bir nöbet olacak o gizi kollamak: Kimseye duyurmayacak O’nu niçin bu kadar çok sevdiğini, bazen kendi kalbinden bile esirgeyecek.

     Bütün bunların bir delilik olduğunu bildiği halde, o küçük çiçeği incitmemek için yaralarını yaprakla saracak, gözlerine sarmaşık dolayacak. Bir garip aşık olup çıkacak şu kimsesizler dünyasında.

     Çünkü hep korktu O’nun için. Hep üzerine titredi. Savrulduğu girdapta ne aşkı bulabilecekti oysa, ne de üzerine titrediği yengeç bir daha maviye geri dönecekti. Ama hayatın yazılmamış bir kuralıydı bağlanmak, adı aşk olmasa bile bu savruluşun...

     Çırpına çırpına kendine rastladığı aynalarda hep aynı kırıklığa göz kırptı. Yalnız olduğuna yalnız, öksüz olduğuna öksüz, aşksız olduğuna aşksızdı; ama kalbinin vuruşunu uzaklığa ve imkansıza taşıyacak bir tılsım özlüyordu nicedir.

     Bu özlemin hiç dinmeyeceğini bildiği için, aşkın her dem taze kalacağına ilişkin inancını korudu. Acemi bir okçunun hiçbir zaman 12’ye rastgelemeyeceğini adı gibi biliyordu. Belki o yüzden bu kadar uzun sürdü içindeki macera.

     Filmin sonunda altyazılar sıralanırken, fonda çalan hüzünlü müziğin arasından sıyrılan bir ince sızı, hiç olmadığı kadar yaraladı kalbini. Tam 12’den vurulmuştu.

     Yine de kendini avutmak için bir çaba göstermesi beklenemezdi. Acısıyla yaşamayı, onu sindirmeyi, hayatından kocaman bir parçayı daha boşluğa bırakmayı göze aldı. Çabasının hiçbir şeye yetmeyeceğini anlamıştı.

     Yıkılmadı mı? Mutlaka bir yerlere daha savruluyordur şimdi. Karşısındakini incitmeme telaşı, göçmen bir kuşu korkutmama endişesi, O’nu hep kalbinden esirgediği çığlığın ötesine itti. Açığa çıkmamış o çığlık da zamanla bir başına kaybolup gidecekti nasılsa. Üstelik buna aşk diyorlardı ısrarla.

     Oysa ne kadar gözlerini kaçırmaya çalışırsa çalışsın, bir gün mutlaka ruhunun ikizine rastlayacak. Karşılıklı oturup birbirlerinin sırlarını paylaşacaklar. Neden her şeye bu kadar geç kaldıklarını, niçin ‘İnceldiği yerden kopsun’ diyemediklerini, dilin ucunda takılıp kalan ve sonsuza dek söylenmemeye yemin edilmiş o aşkı, hiçbir şeyin önlemeye yetmediği o karmaşayı...

     Sabah olunca, göçmen bir kuş kanatlarını dökecek yeryüzüne, tamamlanmamış şarkıya esrik bir çığlık daha ekleyecek istemeden. Herkes yalnızlığın meğer ne kadar boş olduğunu soracak birbirine. İncitmekten sakınarak.

     Peki, yalan mı bütün bu rüya? Hadi o gözlerini kapatıp kendisine yeni dünyalar icat etti, yıkıldı, sarsıldı, yeniden doğdu. Ya biz neyin tanıklığını yaptık ömrümüz boyunca? Aşk da mı bütün her şey kadar yalan, bütün yalanlar kadar saklı?

 

 

III.

 

     Ay, bulutların arasından sıyrıldığı an yazıldı aşka ilişkin bütün kutsal sözler. Gündelik hayata uymayan, ama gündelik hayatın kelimeleriyle çerçeveli o duygu. Bazen sıradan bir söz kadar yakın, bazen dünyalar dolusu uzak. Ama en çok da hiç büyümemiş çocuklara anlatılan bir masal kadar gizemli ve galiba düş ötesi.    

     Kendimizi kendi kalbimizle kandıracak kadar olağanüstü bu oyunu nasıl keşfettik?

 

 

Ütopiya dergisi, Güz’99, Sayı: 8

 

 

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli